“Her
şeyi içtenlikle verin ama hayatta beklentisiz olun… Elit olmak için
çabalıyorsanız paradan önce bilgi ve kültür biriktirin… Hayatta başarılı olmak
istiyorsanız önce mutlu olmayı ve sevmeyi öğrenin, kanaatkar olun…”
Bu sözler ne bir kitaptan alıntı ne de bir atasözünün satırlarından… Kanserle mücadele deyince ilk akla gelen isimlerden biri, Dr. Yavuz Dizdar namı diğer Yavuz hocanın sözleri bunlar. Biz onu kanser hakkında araştırmalar yapan, “Hazır yoğurdu yemeyin… Ambalajlı sütü içmeyin… Yediğimiz tavuklar tavuk değil, sakın tüketmeyin.” sözlerinin savunucusu olarak tanıyoruz. Tanımakla kalmayıp ona güvenip, inanıyoruz. Pek çok insanda ortak kanıdır,” Yavuz hoca derse, doğru der.” düşüncesi. Gazete ve televizyon muhabirlerinin kanser ve beslenme deyince görüşüne başvurdukları ilk uzmanlardan biri aynı zamanda…
Hal böyle olunca başarısının sırrını öğrenelim
istedim Yavuz hocanın. Ama daha da önemlisi güvenirliğinin sırrını… “Ben
yapamam demeden önce” yaşam hikayeleri arasında bu değerli hocamın da
yaşamından kesitler olsun istedim. Kendisine ulaşmak için işe koyuldum ve
bundan sonra yaşadığım iletişime geçme sürecini özellikle anlatmak istiyorum,
çünkü gerçekten çok önemli.
Facebook’taki @dryavuzdizdar sayfasından mesaj attım
kendisine. “Hocam, haber blogum var. Yaşamdan hikayeler yazıp, paylaşıyorum.
Sizin yaşamınıza ve hikayenize de yer vermek isterim.” dedim. Dedim ama açık
söyleyeyim 200 bine yakın takipçisi olan bir fun sayfasından dönüş yapılması
olasılığının da sıfıra yakın olduğunu düşünüyordum. Düşündüğüm gibi olmadı.
Hocam bizzat dönüş yaptı ve o kadar kibar bir dille dönüş yaptı ki, iletişim
kurma biçimine hayran kaldım. Şimdi diyeceksiniz ki, ne var bunda? ‘Bir
röportaj talebine herkes kibar bir dille cevap verir.’diyebilirsiniz. Hayır
vermez. Hatırı sayılır bir tecrübe birikimim var benim de bu konuda. ‘Nerede
çıkacak, nasıl çıkacak, kaç sayfa çıkacak, kaç milyon kişi okuyacak, dım dım
dım…’ başlar sorular ve devam eder. Yavuz hocanın benim talebime cevabı ise
aynen şöyleydi,”Çok şık bir proje. Çok röportajım var ama daha önce kimse
çocukluğumu yazmamıştı. Çok mutlu olurum. Görüşmek dileği ile saygılar.”
yazıyordu, altında da cep telefonunu yazmıştı.
Röportaj konusunda randevulaşmak üzere aradım
değerli hocamı. Açıkçası doktorlara tek seferde telefonla ulaşmak zor… Malum
yoğun tempo, hastalar, ameliyatlar… Yavuz hocam bu konuda da şaşırttı beni.
İkinci çalışta açtı hemen telefonu ve bana direkt ismimle hitap etti. Bu
küçücük gibi görünen ayrıntıda insana verilen büyük bir değerin sembolü vardı.
19 Mayısa randevulaştık. Programı yoğun olduğu için beni bekletmemek adına
tatil gününün bir kısmını ayırdı bu röportaja. Saat 13.00’e sözleştik. Röportaj
günü zamanı hesapladım, ona göre çıktım geç kalmamak adına. Tam 13.00’de röportaj
mekanındaydım ama Yavuz hoca benden 15 dakika önce oraya gelmişti bile. O
dakikaya kadar Yavuz Dizdar’ın ne yaşam felsefesi ile ilgili bilgi sahibiydim,
ne geçmişi ile, ne de kişiliği ile… Ama insanlara yaklaşım biçimi başarılı bir
doktorun yanı sıra sıra dışı bir insanla karşı karşıya olduğumu salık vermişti
bana çoktan.
Annesi babası için de sıra dışı olmuş küçük Yavuz,
çünkü ailesinin tüm çocuk sahibi olma ümitleri tükendiğinde onlara sürpriz
yapmış ve 12 yıl sonra mütevazı evlerine neşe kaynağı olmuş. Yavuz Dizdar’ın
kökeni Balkanlara dayanıyor ama doğma büyüme İstanbullu. Halis muhlis Taksim
çocuğu ve İstanbul beyefendisi. Babası da kendi gibi doktormuş. “Oğlum sen de
doktor ol, en kötü ihtimalle hastalar yumurta kırar aç kalmazsın” diye
takılırmış oğluna. Anneciği okuyamamış
ama oğlunu eğitimi konusunda hep yönlendirmeye çalışmış, bir de gözünden
sakınmış biricik oğlunu. “Ortaokula kadar okul dışında dış dünya ile bağlantım
yoktu.” diyor Yavuz hoca. Annesi başına
bir şey gelir de onu kaybederim diye sakınmış, korumuş, kollamış. Dışarıya bile
göndermemiş. “Herkes bizim gibi sanıyordum ama koca adam olup arkadaşımın evine
ders çalışmaya gittiğimde dünyada bir dengesizlik olduğunu anladım. Fakir ve
zengin diye bir şey varmış, biz fakirmişiz meğer.” diyor.
Tıp fakültesini kazanıyor, okuyor, mecburi hizmetini
tamamlıyor. Ardından uzmanlık, doktora derken evleniyor ve dünyanın en güzel
şeyi geliyor başına. Kız babası oluyor. Kızına hayran, her baba gibi aşık o da.
Röportajın ardından kızı ile buluşacaktı. Baba evlat, baba kız olmaya dair çok
güzel şeyler de anlattı.
Duygusal ve ilgili baba olduğu kadar ilgili de bir
evlat aynı zamanda Yavuz hoca. Anne ve babasını son yıllarında yalnız
bırakmıyor. Anne – baba ikisi de aynı anda Alzheimer hastalığına yakalanıyor.
Yanına alıyor onları ve son nefeslerine kadar bizzat kendisi ilgileniyor. Bunu
yaparken kendi özelinden, yaşamından da çok fedakarlık ediyor ama o bundan hiç
de şikayetçi değil. “Evlat olmanın gereklerini yerine getirebildim çok şükür.”
diyor.
Hayvanları özellikle kedileri çok seviyor ve
besliyor. Aslında her şeye her olaya sevgi ile bakıyor. Hayat felsefesinin
sevgi ve hoşgörü üzerine kurmuş. Önce insan olmak, önce insanları mutlu etmek
diyor. Bunu demekle kalmıyor bizzat da uyguluyor. Her yere yetişiyor bu yüzden.
Tatil gününde bir röportaja da, yardım işlerine de, sosyal sorumluluk
projelerine de, kızına da, kedilerine de, dostlarına da, işine de… Sağlıklı
yaşamaktan yana olduğunu söylüyor ama çok yaşamayı arzu etmediğini de.
Gelecekten çok umutlu… “Birkaç yıla kalmaz yoğurdu da, sütü de, tavuğu da
olması gerektiği gibi sağlıklı tüketeceğiz.” diyor. Kahkahayı basarak espri
yapmayı da ihmal etmiyor,” Düşünsenize ben birkaç yıl sonra bir tavuk
reklamında bilboardları süslermişim.” diyor ve kendi ile dalga geçiyor.
Çocukluktan, geçmişten, bugünden, sütten, yoğurttan,
kanserden, umutlardan samimi bir sohbet oldu.
Nerelisiniz?
Biz aslında göçmeniz. Bizimkiler Balkanlardan
gelmişler Karadeniz Ereğli’ye yerleşmişler. Babam oradan okumak için İstanbul’a
gelmiş. Tıp fakültesinde okumuş, doktordu. Daha doğrusu cerrahtı ama yapamamış
maalesef çünkü eldiven alerjisi çıkmış. Hayatını poliklinik yaparak geçirdi.
SSK’da Tepebaşı dispanseri vardı o zamanlar, orada çalışırdı. Sonra oradan
ayrıldı adli tıp kurumuna geçti, orada raportör olarak çalıştı. Ben doğma
büyüme Beyoğluluyum.
Çocukluğunuzdan
bahseder misiniz?
Ailemin 12 sene çocuğu olmuyor. Ben sonradan olmuşum
tabii, bir de tek çocuğum. Annemin babamın göz bebeğiydim. Beyoğlu’nda kendi
halinde bir binanın sonradan ekleme katı gibi mütevazı bir dairede oturuyorduk.
Ben orada doğdum. Orta hallinin de altı bir ailem vardı. Babam doktordu ama maaşı
anca yeterdi geçinmemize. Evimiz de sobalıydı. Mutfakta bile soba vardı ben
üşümeyeyim diye. Babam sabahın 5.00’ inde kalkar kömür kırardı ve 5’inci kata
kadar tenekelerle taşırdı. Annem çok titizdi bone taktırırdı ona. “Kömür
olacaksın yine.” diye kızardı.
Nostalji
yaşattınız bize…
Sabah
erkenden babam yakardı sobayı ve genelde külünü temizlemek için kullandığı
maşanın sesi ile uyanırdım. O zamanlar kış şartları çok çetindi. Çift camlı
soğuk geçirmeyen pencereler yoktu maalesef. Babam kendi aralara nemi alacak
malzemeler koyarak kendi eklemişti pencereye ikinci camı. Evimizde sadece radyo
vardı. Televizyonu yılda bir kez izlerdim. Ankara’ya teyzemlere giderdik, orada izlerdim ancak. Onların televizyonu vardı, bizde yoktu. Bu şekilde lise yıllarının başına kadar
geldim. Ortaokul bitimine yakın biz Pangaltı’ya taşındık. Ev hala durur orada.
Kiraydı ama aile evi gibiydi. Halam derdim ev sahibesine. İstediğim zaman
Nahide halama giderdim. O zamanlar komşuluk ilişkileri çok güzeldi. Bir şey
piştiğinde herkes birbirine gönderirdi. Herkes birbirine her şeyi emanet ederdi.
Eskiden bir de yaşlılarla birlikte oturulurdu. Bizim yanımızda da babaannem
vardı. Kulakları ağır işitirdi, namazında niyazında bir kadındı. Annemle çok
barışık değildi bana da ‘Yavrumun yavrusu, yarısı yılan yavrusu.’ diye
takılırdı rahmetli. Mutluydum çok bulunduğum ortamdan. Bana göre bunlar makul yaşam şartlarıydı.
Bana sıra dışı gelmiyordu bunlar. Olan bitenin çok farkında değildim. Herkes bu
şekilde yaşıyor sanıyordum. Ta ki, ortaokula kadar…
Ortaokulda
ne oldu?
Büyüdüm, ergen oldum artık. Bir gün bir arkadaşıma
ders konusunda yardım etmek için onun evine gitmek istedim. İlk defa ailem bir
yere gitmeme izin verdi. Yeşilköy’de oturuyorlardı. Oturdukları ev bizimkinden
çok farklıydı. Yani orada başka bir dünya vardı, biz başka bir dünyadaydık. Ben
herkes bizim gibi yaşıyor sanıyordum ama değilmiş. Eve dönünce babama sordum
tabi. “ Biz neden öyle bir evde oturmuyoruz?” dedim. Babam gülümsedi sadece.
Sessiz kaldı.
Peki
ya anneniz?
Annem ev hanımıydı. Okuyamamamış, hayatını bize
adamış bir kadındı. 12 sene sonra olduğum için o kadar üstüme titrerdi ki, beni
sokağa dahi bırakmazdı. O yüzden olan bitenden bihaber yaşadım diyorum ya. Okul
haricinde evde geçerdi zamanım. Kitap okurdum çok. Sander Kitabevi vardı, Ten
Ten’in Almancasını almıştım ama kapağını açmaya bile kıyamamıştım,
hatırlıyorum. Kendi kendime eğlenceler geliştiriyordum. Kendi kendimi
eğlendirmek zorundaydım. Babamın bir çekmecesi vardı tüm eşantiyon ve ıvır
zıvırları oraya atardı. Çok ilgimi çekerdi bu çekmece. Sihirli kutu gibiydi onu
keşfetmeye bayılırdım. Kartondan maketler yapardım sonra, legolarım vardı,
manivelalar vardı… Hayal dünyam çok gelişti aslında bu sayede. Astronot olmayı
hayal ederdim hep. Hatta bir teleskobum vardı. Kendim yapmıştım. Ben onunla
uzaya çıkardım hayal dünyamda. Bir de cumhurbaşkanı olma hayalim vardı.
Cumhurbaşkanı,
astronot? Doktorluk peki neresindeydi hayallerinizin?
İstanbul Erkek Lisesi’nde okudum. Çok iyi bir
liseydi. Lise sonrası eğitime devam etme fikri oluştuğunda kafamda,
‘Okuyacaksam tıp okumalıyım’ dedim. Babam da şakayla karışık,” Oğlum vatandaş
sana 2 yumurta kırar en kötüsü aç kalmazsın bu meslekte.” derdi. ( ‘2 yumurta
olsa da yesek’ diyor ve gülümsüyor ) Böylelikle İstanbul Tıp Fakültesine girdim
ve bitirdim. Batman’da mecburi hizmetimi yaptım ve ardından uzmanlık için
Farmakoloji yani ilaç bilimini seçtim. Daha sonra da Radyasyon okudum ve
doktora yaptım. O gün bugündür doktorluk yapıyorum. 94 yılında da bir vesile
ile gazetede yazmaya başladım. Hala da yazıyorum bu da bana başka bir vizyon
kattı.
Peki
ya babanız? Onunla iletişiminiz nasıldı? Sonradan meslektaş oldunuz…
Babam çok mütevazı bir insandı. Hayalleri varmış,
cerrah olmak istemiş, olmuş da ama yapamamış. Eldiven alerjisi çıkmış. Hayatı
daha sonra poliklinik yaparak geçmiş. Hayatta bana asla unutamayacağım çok
önemli bir miras bıraktı. “Oğlum akar olsun.” derdi sürekli ve maaşından
arttırarak biriktirdiklerini ufak tefek gayrimenkule yatırırdı. Anlam veremezdim o zamanlar ama sonradan
kıymetini öğrendim. Bundan 10 yıl önce bu küçük akarları birleştirip oturulacak
bir şeye yatırım yapayım dedim ve çok büyük hata yaptığımı anladım. O gün
akarın mantığını anladım. Benim hayatımın çok büyük kısmını babam üstlendi
diyebilirim. Her şeyimle ilgilenirdi çok sistemli ve düzenli bir adamdı.
Faturalarımı, vergilerimi her şeyimi takip eder dosyalardı. Ben mecburi hizmete
gittim geldim, evlendim sonra ayrıldım. O aradaki dönemde ilişkiler daha
kısıtlıydı. Boşandıktan sonra Pangaltı’ya döndüm tekrar ama başka yer arayışım
da vardı. Bir kaç sene burada kaldım. Tam düzeni kurdum onlara faydam olacak
derken ikisi de Alzheimer oldu.
Çok
zor bir dönemin başlangıcı desenize…
Gerçekten çok zor… Ben onları zaten alt katıma aldım
hemen, elim eteğim hep üstlerindeydi ama gerçekten çok zor bir hastalık
Alzheimer. Önce babam ardından da annem… Babam hayatında kuruşun hesabını yapmış
bir adamdı. Bir gün beraber ekmek almaya uğradık ve babam 10 TL verip çıktı.
Para üstünü unuttu. Onun öncesinde de telefonla konuşurken zorlanıyordu,
isimleri hatırlayamıyordu, ifade etmekte zorlanıyordu ama ekmek alma olayında
ben Alzheimer olduğunu anladım. Babam o haldeyken mantıklı ve makul davranmaya
çalışıyordu ama annem onu yakaladı ve geçti. İşte o zaman çok daha ciddi bir
süreç başladı benim için. Hayatın en zor günleriydi diyebilirim. Babam 3 kere
kayboldu. 2’sinde Karadeniz Ereğli’den
çıktı birinde de Marmara Ereğlisi’nden çıktı. Çıktı çok şükür, ya çıkmasaydı?
Bir keresinde yine dışarı çıktığında takım elbise satmışlar gereksiz yere. Ne
olur ne olmaz diye cebine para koyardım mutlaka. Bir keresinde koymadım ona
rağmen kayboldu ve Karadeniz Ereğli’de bulundu yine. Milletimiz çok yardımsever
malum.
Bu
koşullarda bu sınavın sonunda ne öğrendi Yavuz Dizdar?
Çok şey. Ama en önemlisi koşullar neyse bunlara
adapte olacaksın. Babamın hayatında hiçbir zararlı alışkanlığı olmadı. Açık çay
bile içmedi, erken yatar erken kalkardı. Bakıyorum niye böyle oldu diye, hiç
bir açıklama bulamıyorum. Babaannem 90 küsür yaşına kadar yaşadı. Bunama
meydana gelmedi ama babam öyle olmadı.
Bir
gün ben de olursam ne yaparım diye düşündürdü mü bu size?
Düşündürdü tabi ve şu kanıya vardım. Çok fazla uzun
yaşamak iyi bir şey değil. Kendi adıma söylüyorum. Ben evlat olarak görevimi
yaptım çok şükür bundan dolayı da çok huzurluyum ama… Ya anne baba? İnsan
evladına kıyamıyor. Ben şimdi düşünüyorum. Bir gün benim başıma gelirse kızım
ne yapar diyorum? Hırpalar kendini, bakmak için elinden geleni yapar, belki
eğitimini, belki kariyerini bile yarı yolda bırakır. Hepsini geçtim üzülür
benim yavrum da. Kıyamam bir baba olarak. Bu yüzden kendimce 'çok kasmaya gerek
yok Yavuz' diyorum. Çok uzun yaşamak için çabalama, ‘kasma kendini’ diyorum
sağlıklı yaşayacağım diye. ‘Rahat ol’ diyorum.
Bunu
kendinize söylüyorsunuz ama halka sürekli sağlıklı beslenmeye dair öneriler
veriyor uyarılarda bulunuyorsunuz?
( Gülümsüyor ) Bu 7 yıllık bir hikaye. Bu işin
buraya geleceğini ben de bilmiyordum. 5 Ocak 2010 yılında Mutlu Tönbekici Vatan
gazetesindeki köşesinde “Yoğurtlar artık neden bozulmuyor?” diye bir yazı
yazmış. Kızımın anneannesi yani kayın validem bu yazıyı kesmiş geldi benim önüme
koydu. Yazıya baktım, bakkaldan aldığım yoğurda baktım hakikaten yoğurtta bir
şey yok. Dedim ki o zaman, ‘45 yaşında adamsın 20 yıllık doktorsun önüne gelen
yoğurdun ekşiyip ekşimediğini nasıl anlamıyorsun?’ Sonra dedim ki, bütün halk
bunu yiyor her şey gözümüzün önünde cereyan ediyor ve kimse bunu fark etmiyor.
Bu yüzden bu hikaye aslında 7 yıllık bir hikaye. Sonra ben de bunlar önüme
çıktıkça bunların peşinden gittim. Ondan sonrasında önüme çıkan yol beni hep
bir yere götürdü. Tesadüf eseri bir şeyleri daha net görmeye başladım ve bu
konuda araştırmaya başladım. Tabi bu araştırma da deneysel boyutta. Sonra bu iş
üstüme kaldı. Devamında süt, tavuk, yumurta geldi. Bunlar insanların sürekli
tükettiği gıdalar. Vatandaşa ne yapması gerektiğini açıklamamız lazım. Son
yıllarda gelişen bir kavram var, çevrimsel bilim diyorlar. Çevrimsel bilimde
başka alanlarda da yapılmış olan çalışmalardan yola çıkıp bir alandaki
çalışmaya açıklık getirmeye çalışıyorsunuz. Esas benim yapmaya çalıştığım bu.
Gıda mıda arka planda kalıyor. Vatandaşa ne yapması gerektiğini söyleyeceğiz
tabi. Ayağı yere basan laflar söylemeye çalışıyorum. Bilmiyorsam bilmiyorumdur.
Ama biç açıklama varsa bunun doğru olup olmadığını değerlendirebilecek bilgi
birikimine sahibim.
Öğrencilerinize
neler söylüyorsunuz peki?
Genel tıp öğretisinin dışına çıkmayın diyorum. Siz
tamam uzmanlaşabilirsiniz ama genel doktorluk becerinizi kaybetmek
istemiyorsanız insanın bütününe bakabilmeniz lazım hatta yetmez diğer alanlara
da bakabilmeniz lazım. Tarihte de baktığınız zaman böyledir. Hepsi birden fazla
alanda faaliyet göstermiş insanlar. Bir yandan biyoloji ile uğraşmışlar bir
yandan fizikle bir yandan felsefe ile mutlaka uğraşmışlar. Bazen de sanatla
uğramışlar. Hep standart verdiğim örnek Leonardo da Vinci’dir. Da Vinci’yi
çünkü bize hep küçükken dizi film olarak seyrettirdiler o yüzden biliyoruz. Yoksa
onu da bilmezdik. Sonrasında onu da okuya okuya öğrendik. Newton dediğimiz
zaman sadece biz fizikle uğraşmadığını görüyoruz. Başka her şeyi yapmıştır,
biyoloji ile ilgilenmiştir. Benim aşmaya çalıştığım şey bu.
Evet,
sizin de doktorluk dışında, basketbol, gazetecilik gibi konularla uğraştığınızı
biliyoruz. Biraz bahseder misiniz?
Ortaokulu derece ile bitirdim ama lisede kavak
yelleri esmeye başladı kafamda. Bu yıllarda fotoğraf çekmeye başladım. Yıllık
çıkardım. Sonra voleybola başladım. Voleybol hayatımda aslında çok önemli bir
yerde… Bir dönem voleybolla yattım voleybolla kalktım. Okul takımındaydım sonra
Eczacıbaşı’nda oynadım. Seçmelere babam götürmüştü. Boy olunca hemen aldılar. Çok
yetenekli değildim ama çalışarak iyi bir voleybolcu olmuştum. Fakültenin 1’inci
sınıfında de antrenörlük brövesi aldım. Derslerin bir kısmını spor
akademisinde kursta geçirdim. Sonra 2
yıl lisenin voleybol takımını çalıştırdım. Saha doktorluğu yaptım. Bir ara duvar
gazetesi çıkardım Burhan Felek Spor Salonu’nda. Bunun katkısı çok oldu.
Bütün
bu anlattıklarınız çok çalışarak elde edilebilecek şeyler. İnsanların bu derece
güvenini nasıl kazandınız? Asıl merak ettiğim konu bu?
Dinamik şuradan kaynaklanıyor. İnsanlara önce sıra dışı
bir şey söylediğin zaman dönüp mutlaka bakarlar. ‘Bu yoğurt yoğurt değil’ dediğiniz
zaman boş durmaz insanlar da, sizi genel bir sınamaya tabi tutarlar. Genellikle
günlük yaşamınızı yakın markaja alırlar. Bu adam bundan bir şey kazanıyor mu
diye bakarlar. Uzun süreli endüstri ile bu adam bundan ne kazanacak diye
bakarlar. Bir şey kazanmadığıma kanaat getirdikten sonra onlar da bunun daha
güvenli olduğuna kanaat getirdiler. ‘Bir çıkarı yok, yoğurt markası yok,
beklentisi de yok.’ dediler. Beklentisiz olmak önemli hayatta! Ben de böyle
hareket ettiğim için doğru şeyi söyleme şansım oluyor. Ama bunun da sınırı var.
Vatandaşa bunu söylediğiniz zaman, özellikle öğrencilere konuşma varsa, ‘Sakın
kendi akıl süzgecinizden geçirmeden inanmayın çünkü biz kandırılmışız.’diyorum.
Çünkü 40 günde piliç olmaz, bunun açıklamasının olması lazım. Yoğurdun ekşimeden
kalması mümkün değil. Kendi alanımızla sınırlı kalmışız diğer alanlarda neler
yapılıyor bakmamışız. Benim şahsi olarak bir sağlıklı besleneyim saplantım yok.
Hatta uzun yaşayayım dünyaya çivi çakayım diye de bir beklentim yok. Ama bir
şey de halkın sağlığına tehdit oluşturacaksa ve ben bunu görüyorsam uyarmak
zorundayım. İnsanlar bazen size nasıl ulaşırım diyorlar en basiti. Bana ulaşmak
çok basit diyorum ve gerçekten ulaşıyorlar, bunda bir sıkıntı yok yani. Yaptıklarınızla
söyledikleriniz arasında uyum olması gerekir o zaman insanlar size güvenir. Meslektaşlarımın
bir kısmı ‘Bu adam sonunda bu işten ne yapacak?’ diyor. Hiç böyle bir niyetim
yok. Uğraşmaya değmez. Mevcut olan şu anda benim için yeterli. Üstüne çıkmaya
çalışırsanız sınırı yok ki zaten. Ben kanaatkarım. Bunu yapmazsınız kendinize
yabancılaşıyorsunuz zaten. Ben bunu istemiyorum ki. Bir araban varsa yeterli,
3-5 taneye gerek yok. Evin de aynı şekilde. Ben yürümeyi seviyorum, toplu
taşıma aracı kullanıyorum. Çünkü seviyorum, insanlarla iç içe olmayı seviyorum.
Bir araba ve yanında şoför beni soyutlar gerçek dünyadan. Bunu istemiyorum.
Elit olmak için de insan çok para kazanmayı seçiyor ama elit olmak çok para
kazanmak demek değil, çok bilgi biriktirmektir. Bu Türkiye’de biraz yanlış
kullanılıyor.
Kızınızı
da bu şekilde mi yetiştiriyorsunuz?
Kesinlikle. Önce mutlu olmayı öğrenmesi lazım
çocuğun… Sevdiği, keyif aldığı şeyleri yapması lazım… İnsanları sevmesi onlarla
iyi geçinmesi lazım… Okul, dersler, taktirler, kariyer planları önemli tabi
hayatta ama ben çocuğumun önce mutlu bir birey olmasını istiyorum. Kızım 15
yaşında ve ben ona mutlu olmasını, hırs yapmamasını, gereksiz yere kendini
paralamamasını, arkadaşları ile mutlaka iyi geçinmesi gerektiğini söylüyorum.
Maneviyat ağırlıklı bir çocuk… Egolardan uzak yaşıyor, sağlam bir karakteri
var. Şu anda bile kendi başına kendini geçindirebilir. İnsan istedikçe hep daha
fazlasını ister. Çocuğu kontrol edilebilir hale getirmek lazım, maddiyatı
öğretmek lazım. Çalışmayı, kendi ekmeğini kazanmayı, kanaatkar olmayı öğretmek
lazım. Annem beni bırakmamıştı, çocuklukta bunu deneyimleyemedim ama çok
isterdim.
Son
olarak…
Kanserin
ilacı bulunacak mı?
Bulunmayacak çünkü arayışımız yok.
Kanser
korkulduğu kadar ciddi mi?
Değil. Kanserle barışık olmak lazım. Barışık olanlar
daha rahat atlatıyor.
10
yıl sonra doğal tavuk yer miyiz?
10 yıla kalmaz. Doğal tavuk da olacak yoğurt da.
İleride
sizi tavuk reklamlarında görecek miyiz?
(
Kahkahayı
basıyor ) Herkes onu bekliyor, çok komik olur. Düşünsenize elimde tavuk budu
ile ben bir bilboardtayım. Çocukluğumdaki uzay hayalleri misali. J
Röportaj: Şükriye Özgül
Şükriye hanım; çok güzel bir yazı olmuş yüreğine sağlık. Güzel bir dil, güzel anlatım, sıcacık ve samimi olan bu yazı inşallah bir yazı dizisi olur. Böyle insanları örnek insan niteliğinde anlatmak takdire şayan olur.Ben altı -yedi aydır Yavuz hocamı takip ediyorum. Sıkı bir takipcisiyim. Hiç hayatımda görmedim. Tvden ve facebooktan biliyorum hepsi bu. Ama, inanılmaz iyi, merhametli, dürüst, çalışkan, anlatım dili sade abartısız .. .çok güzel yönleri var. O insan ,herseyden önce iyi bir insan. Adam gibi adam. .Yüreği güzel bir insan. Doktorluğuda zaten tartışmasız..
YanıtlaSilGüzel bayan; o güzel yüreğinden sevgi eksik olmasın. Allah yar ve yardımcın olsun.Rabbim seni korusun. Yolun aydın ve açık olsun. Inşallah
Yazılarını takip edicem. .kalemin güzel hoşuma gitti.inşallah Yavuz Dizdar hocamın yazı dizisini en kisa zamanda okurum.
İyi akşamlar. .
Merhaba Sevgili Nur Hanım,
SilÇok mutlu oldum, çok da duygulandım ayrıca güzel dilekleriniz için... Rabbim sizin de yolunuzu hep aydınlık kılsın inşallah. Yavuz hocayı yazmayı, defalarca yazmayı ben de çok isterim. Olağanüstü bir insan gerçekten. Böyle insanlar bana umut veriyor, hepimize aynı şekilde... Bu yüzden yazıp olabildiğince herkesle paylaşmak istiyorum. Çok sevgiler gönderiyorum. Mutlu akşamlar :) Şükriye
Öncelikle sizi yürekten kutluyorum ŞÜkriye Özgül hanım..Bizler için çok kıymetli hocamızı konuk ettiğiniz ve bize iç kimliğini tanıttığınız için..iç sesim bu kadar yürekli bir insanın maneviyatı çok güçlü olmalı ve Yaradana karşı sorumluluğunun bilincinde olmalı ki bu derece duyarlı ve naif olabilsin düşüncesindeydim ki yanılmamışım..Ne mutlu size böyle değerlerimizi keşfetmiş bize yansıtmışsınız..aradan özünde sakınsın sizi ve kıymetli hocamızı..Elbette dış kimliğe saygı duyuyorum zira hocamız gibi özel değerler kolay bulunmuyor ve yetişmiyor..onca emeğe saygım var lakin iç kimlikle yoğrulmuşsa bu kimlik hayranlığım ve saygım sonsuz..Varolun..Bize yansıttığınız ışık ve güzellik katlanarak yüreğinize dönsün..Yavuz DİZDAR hocamızdan Yaradanım binlerce razı olsun..Rabbim özünde korusun ve kollasın can hocamızı..saygılarımla...
SilDuruşu,konular hakkında yaklaşımları,savunmaları,düşünceleri ile karşı tarafa güven veren biri alt yapısı dolu yavuz bey gibi çok doktorlarımızın , bilim adamlarımızın olması dileğimdir sağlık ve huzur içinde kalsın
YanıtlaSilSayin Şukriye Ozgul, harika bir yazıydı okudugum. İcten, sicacik... Kaleminize saglik. Sevgili Yavuz Hoca ma da saygilar. Onu sira disiligiyla, ictenligi ve dobraligiy seviyoruz...
YanıtlaSiltebrikler çok güzel bir yazı olmuş zevkle okudum hocamızı daha yakından tanıma imkanı buldum başarılar dilerim
YanıtlaSil