30 Haziran 2017 Cuma

YAVUZ DİZDAR'LA HAYATA DAİR ÇOK SAMİMİ BİR RÖPORTAJ:


“Her şeyi içtenlikle verin ama hayatta beklentisiz olun… Elit olmak için çabalıyorsanız paradan önce bilgi ve kültür biriktirin… Hayatta başarılı olmak istiyorsanız önce mutlu olmayı ve sevmeyi öğrenin, kanaatkar olun…”

Bu sözler ne bir kitaptan alıntı ne de bir atasözünün satırlarından… Kanserle mücadele deyince ilk akla gelen isimlerden biri, Dr. Yavuz Dizdar namı diğer Yavuz hocanın sözleri bunlar. Biz onu kanser hakkında araştırmalar yapan, “Hazır yoğurdu yemeyin… Ambalajlı sütü içmeyin… Yediğimiz tavuklar tavuk değil, sakın tüketmeyin.” sözlerinin savunucusu olarak tanıyoruz. Tanımakla kalmayıp ona güvenip, inanıyoruz. Pek çok insanda ortak kanıdır,” Yavuz hoca derse, doğru der.” düşüncesi. Gazete ve televizyon muhabirlerinin kanser ve beslenme deyince görüşüne başvurdukları ilk uzmanlardan biri aynı zamanda…
Hal böyle olunca başarısının sırrını öğrenelim istedim Yavuz hocanın. Ama daha da önemlisi güvenirliğinin sırrını… “Ben yapamam demeden önce” yaşam hikayeleri arasında bu değerli hocamın da yaşamından kesitler olsun istedim. Kendisine ulaşmak için işe koyuldum ve bundan sonra yaşadığım iletişime geçme sürecini özellikle anlatmak istiyorum, çünkü gerçekten çok önemli.

Facebook’taki @dryavuzdizdar sayfasından mesaj attım kendisine. “Hocam, haber blogum var. Yaşamdan hikayeler yazıp, paylaşıyorum. Sizin yaşamınıza ve hikayenize de yer vermek isterim.” dedim. Dedim ama açık söyleyeyim 200 bine yakın takipçisi olan bir fun sayfasından dönüş yapılması olasılığının da sıfıra yakın olduğunu düşünüyordum. Düşündüğüm gibi olmadı. Hocam bizzat dönüş yaptı ve o kadar kibar bir dille dönüş yaptı ki, iletişim kurma biçimine hayran kaldım. Şimdi diyeceksiniz ki, ne var bunda? ‘Bir röportaj talebine herkes kibar bir dille cevap verir.’diyebilirsiniz. Hayır vermez. Hatırı sayılır bir tecrübe birikimim var benim de bu konuda. ‘Nerede çıkacak, nasıl çıkacak, kaç sayfa çıkacak, kaç milyon kişi okuyacak, dım dım dım…’ başlar sorular ve devam eder. Yavuz hocanın benim talebime cevabı ise aynen şöyleydi,”Çok şık bir proje. Çok röportajım var ama daha önce kimse çocukluğumu yazmamıştı. Çok mutlu olurum. Görüşmek dileği ile saygılar.” yazıyordu, altında da cep telefonunu yazmıştı.

Röportaj konusunda randevulaşmak üzere aradım değerli hocamı. Açıkçası doktorlara tek seferde telefonla ulaşmak zor… Malum yoğun tempo, hastalar, ameliyatlar… Yavuz hocam bu konuda da şaşırttı beni. İkinci çalışta açtı hemen telefonu ve bana direkt ismimle hitap etti. Bu küçücük gibi görünen ayrıntıda insana verilen büyük bir değerin sembolü vardı. 19 Mayısa randevulaştık. Programı yoğun olduğu için beni bekletmemek adına tatil gününün bir kısmını ayırdı bu röportaja. Saat 13.00’e sözleştik. Röportaj günü zamanı hesapladım, ona göre çıktım geç kalmamak adına. Tam 13.00’de röportaj mekanındaydım ama Yavuz hoca benden 15 dakika önce oraya gelmişti bile. O dakikaya kadar Yavuz Dizdar’ın ne yaşam felsefesi ile ilgili bilgi sahibiydim, ne geçmişi ile, ne de kişiliği ile… Ama insanlara yaklaşım biçimi başarılı bir doktorun yanı sıra sıra dışı bir insanla karşı karşıya olduğumu salık vermişti bana çoktan.

Annesi babası için de sıra dışı olmuş küçük Yavuz, çünkü ailesinin tüm çocuk sahibi olma ümitleri tükendiğinde onlara sürpriz yapmış ve 12 yıl sonra mütevazı evlerine neşe kaynağı olmuş. Yavuz Dizdar’ın kökeni Balkanlara dayanıyor ama doğma büyüme İstanbullu. Halis muhlis Taksim çocuğu ve İstanbul beyefendisi. Babası da kendi gibi doktormuş. “Oğlum sen de doktor ol, en kötü ihtimalle hastalar yumurta kırar aç kalmazsın” diye takılırmış oğluna.  Anneciği okuyamamış ama oğlunu eğitimi konusunda hep yönlendirmeye çalışmış, bir de gözünden sakınmış biricik oğlunu. “Ortaokula kadar okul dışında dış dünya ile bağlantım yoktu.” diyor Yavuz hoca.  Annesi başına bir şey gelir de onu kaybederim diye sakınmış, korumuş, kollamış. Dışarıya bile göndermemiş. “Herkes bizim gibi sanıyordum ama koca adam olup arkadaşımın evine ders çalışmaya gittiğimde dünyada bir dengesizlik olduğunu anladım. Fakir ve zengin diye bir şey varmış, biz fakirmişiz meğer.” diyor.

Tıp fakültesini kazanıyor, okuyor, mecburi hizmetini tamamlıyor. Ardından uzmanlık, doktora derken evleniyor ve dünyanın en güzel şeyi geliyor başına. Kız babası oluyor. Kızına hayran, her baba gibi aşık o da. Röportajın ardından kızı ile buluşacaktı. Baba evlat, baba kız olmaya dair çok güzel şeyler de anlattı.
Duygusal ve ilgili baba olduğu kadar ilgili de bir evlat aynı zamanda Yavuz hoca. Anne ve babasını son yıllarında yalnız bırakmıyor. Anne – baba ikisi de aynı anda Alzheimer hastalığına yakalanıyor. Yanına alıyor onları ve son nefeslerine kadar bizzat kendisi ilgileniyor. Bunu yaparken kendi özelinden, yaşamından da çok fedakarlık ediyor ama o bundan hiç de şikayetçi değil. “Evlat olmanın gereklerini yerine getirebildim çok şükür.” diyor.

Hayvanları özellikle kedileri çok seviyor ve besliyor. Aslında her şeye her olaya sevgi ile bakıyor. Hayat felsefesinin sevgi ve hoşgörü üzerine kurmuş. Önce insan olmak, önce insanları mutlu etmek diyor. Bunu demekle kalmıyor bizzat da uyguluyor. Her yere yetişiyor bu yüzden. Tatil gününde bir röportaja da, yardım işlerine de, sosyal sorumluluk projelerine de, kızına da, kedilerine de, dostlarına da, işine de… Sağlıklı yaşamaktan yana olduğunu söylüyor ama çok yaşamayı arzu etmediğini de. Gelecekten çok umutlu… “Birkaç yıla kalmaz yoğurdu da, sütü de, tavuğu da olması gerektiği gibi sağlıklı tüketeceğiz.” diyor. Kahkahayı basarak espri yapmayı da ihmal etmiyor,” Düşünsenize ben birkaç yıl sonra bir tavuk reklamında bilboardları süslermişim.” diyor ve kendi ile dalga geçiyor.

Çocukluktan, geçmişten, bugünden, sütten, yoğurttan, kanserden, umutlardan samimi bir sohbet oldu.

Nerelisiniz?

Biz aslında göçmeniz. Bizimkiler Balkanlardan gelmişler Karadeniz Ereğli’ye yerleşmişler. Babam oradan okumak için İstanbul’a gelmiş. Tıp fakültesinde okumuş, doktordu. Daha doğrusu cerrahtı ama yapamamış maalesef çünkü eldiven alerjisi çıkmış. Hayatını poliklinik yaparak geçirdi. SSK’da Tepebaşı dispanseri vardı o zamanlar, orada çalışırdı. Sonra oradan ayrıldı adli tıp kurumuna geçti, orada raportör olarak çalıştı. Ben doğma büyüme Beyoğluluyum.

Çocukluğunuzdan bahseder misiniz?

Ailemin 12 sene çocuğu olmuyor. Ben sonradan olmuşum tabii, bir de tek çocuğum. Annemin babamın göz bebeğiydim. Beyoğlu’nda kendi halinde bir binanın sonradan ekleme katı gibi mütevazı bir dairede oturuyorduk. Ben orada doğdum. Orta hallinin de altı bir ailem vardı. Babam doktordu ama maaşı anca yeterdi geçinmemize. Evimiz de sobalıydı. Mutfakta bile soba vardı ben üşümeyeyim diye. Babam sabahın 5.00’ inde kalkar kömür kırardı ve 5’inci kata kadar tenekelerle taşırdı. Annem çok titizdi bone taktırırdı ona. “Kömür olacaksın yine.” diye kızardı.

Nostalji yaşattınız bize…
Sabah erkenden babam yakardı sobayı ve genelde külünü temizlemek için kullandığı maşanın sesi ile uyanırdım. O zamanlar kış şartları çok çetindi. Çift camlı soğuk geçirmeyen pencereler yoktu maalesef. Babam kendi aralara nemi alacak malzemeler koyarak kendi eklemişti pencereye ikinci camı. Evimizde sadece radyo vardı. Televizyonu yılda bir kez izlerdim. Ankara’ya teyzemlere giderdik, orada izlerdim ancak. Onların televizyonu vardı, bizde yoktu. Bu şekilde lise yıllarının başına kadar geldim. Ortaokul bitimine yakın biz Pangaltı’ya taşındık. Ev hala durur orada. Kiraydı ama aile evi gibiydi. Halam derdim ev sahibesine. İstediğim zaman Nahide halama giderdim. O zamanlar komşuluk ilişkileri çok güzeldi. Bir şey piştiğinde herkes birbirine gönderirdi. Herkes birbirine her şeyi emanet ederdi. Eskiden bir de yaşlılarla birlikte oturulurdu. Bizim yanımızda da babaannem vardı. Kulakları ağır işitirdi, namazında niyazında bir kadındı. Annemle çok barışık değildi bana da ‘Yavrumun yavrusu, yarısı yılan yavrusu.’ diye takılırdı rahmetli. Mutluydum çok bulunduğum ortamdan.  Bana göre bunlar makul yaşam şartlarıydı. Bana sıra dışı gelmiyordu bunlar. Olan bitenin çok farkında değildim. Herkes bu şekilde yaşıyor sanıyordum. Ta ki, ortaokula kadar…


Ortaokulda ne oldu?

Büyüdüm, ergen oldum artık. Bir gün bir arkadaşıma ders konusunda yardım etmek için onun evine gitmek istedim. İlk defa ailem bir yere gitmeme izin verdi. Yeşilköy’de oturuyorlardı. Oturdukları ev bizimkinden çok farklıydı. Yani orada başka bir dünya vardı, biz başka bir dünyadaydık. Ben herkes bizim gibi yaşıyor sanıyordum ama değilmiş. Eve dönünce babama sordum tabi. “ Biz neden öyle bir evde oturmuyoruz?” dedim. Babam gülümsedi sadece. Sessiz kaldı.

Peki ya anneniz?

Annem ev hanımıydı. Okuyamamamış, hayatını bize adamış bir kadındı. 12 sene sonra olduğum için o kadar üstüme titrerdi ki, beni sokağa dahi bırakmazdı. O yüzden olan bitenden bihaber yaşadım diyorum ya. Okul haricinde evde geçerdi zamanım. Kitap okurdum çok. Sander Kitabevi vardı, Ten Ten’in Almancasını almıştım ama kapağını açmaya bile kıyamamıştım, hatırlıyorum. Kendi kendime eğlenceler geliştiriyordum. Kendi kendimi eğlendirmek zorundaydım. Babamın bir çekmecesi vardı tüm eşantiyon ve ıvır zıvırları oraya atardı. Çok ilgimi çekerdi bu çekmece. Sihirli kutu gibiydi onu keşfetmeye bayılırdım. Kartondan maketler yapardım sonra, legolarım vardı, manivelalar vardı… Hayal dünyam çok gelişti aslında bu sayede. Astronot olmayı hayal ederdim hep. Hatta bir teleskobum vardı. Kendim yapmıştım. Ben onunla uzaya çıkardım hayal dünyamda. Bir de cumhurbaşkanı olma hayalim vardı.

Cumhurbaşkanı, astronot? Doktorluk peki neresindeydi hayallerinizin?

İstanbul Erkek Lisesi’nde okudum. Çok iyi bir liseydi. Lise sonrası eğitime devam etme fikri oluştuğunda kafamda, ‘Okuyacaksam tıp okumalıyım’ dedim. Babam da şakayla karışık,” Oğlum vatandaş sana 2 yumurta kırar en kötüsü aç kalmazsın bu meslekte.” derdi. ( ‘2 yumurta olsa da yesek’ diyor ve gülümsüyor ) Böylelikle İstanbul Tıp Fakültesine girdim ve bitirdim. Batman’da mecburi hizmetimi yaptım ve ardından uzmanlık için Farmakoloji yani ilaç bilimini seçtim. Daha sonra da Radyasyon okudum ve doktora yaptım. O gün bugündür doktorluk yapıyorum. 94 yılında da bir vesile ile gazetede yazmaya başladım. Hala da yazıyorum bu da bana başka bir vizyon kattı.

Peki ya babanız? Onunla iletişiminiz nasıldı? Sonradan meslektaş oldunuz…

Babam çok mütevazı bir insandı. Hayalleri varmış, cerrah olmak istemiş, olmuş da ama yapamamış. Eldiven alerjisi çıkmış. Hayatı daha sonra poliklinik yaparak geçmiş. Hayatta bana asla unutamayacağım çok önemli bir miras bıraktı. “Oğlum akar olsun.” derdi sürekli ve maaşından arttırarak biriktirdiklerini ufak tefek gayrimenkule yatırırdı.  Anlam veremezdim o zamanlar ama sonradan kıymetini öğrendim. Bundan 10 yıl önce bu küçük akarları birleştirip oturulacak bir şeye yatırım yapayım dedim ve çok büyük hata yaptığımı anladım. O gün akarın mantığını anladım. Benim hayatımın çok büyük kısmını babam üstlendi diyebilirim. Her şeyimle ilgilenirdi çok sistemli ve düzenli bir adamdı. Faturalarımı, vergilerimi her şeyimi takip eder dosyalardı. Ben mecburi hizmete gittim geldim, evlendim sonra ayrıldım. O aradaki dönemde ilişkiler daha kısıtlıydı. Boşandıktan sonra Pangaltı’ya döndüm tekrar ama başka yer arayışım da vardı. Bir kaç sene burada kaldım. Tam düzeni kurdum onlara faydam olacak derken ikisi de Alzheimer oldu.

Çok zor bir dönemin başlangıcı desenize…

Gerçekten çok zor… Ben onları zaten alt katıma aldım hemen, elim eteğim hep üstlerindeydi ama gerçekten çok zor bir hastalık Alzheimer. Önce babam ardından da annem… Babam hayatında kuruşun hesabını yapmış bir adamdı. Bir gün beraber ekmek almaya uğradık ve babam 10 TL verip çıktı. Para üstünü unuttu. Onun öncesinde de telefonla konuşurken zorlanıyordu, isimleri hatırlayamıyordu, ifade etmekte zorlanıyordu ama ekmek alma olayında ben Alzheimer olduğunu anladım. Babam o haldeyken mantıklı ve makul davranmaya çalışıyordu ama annem onu yakaladı ve geçti. İşte o zaman çok daha ciddi bir süreç başladı benim için. Hayatın en zor günleriydi diyebilirim. Babam 3 kere kayboldu.  2’sinde Karadeniz Ereğli’den çıktı birinde de Marmara Ereğlisi’nden çıktı. Çıktı çok şükür, ya çıkmasaydı? Bir keresinde yine dışarı çıktığında takım elbise satmışlar gereksiz yere. Ne olur ne olmaz diye cebine para koyardım mutlaka. Bir keresinde koymadım ona rağmen kayboldu ve Karadeniz Ereğli’de bulundu yine. Milletimiz çok yardımsever malum.

Bu koşullarda bu sınavın sonunda ne öğrendi Yavuz Dizdar?

Çok şey. Ama en önemlisi koşullar neyse bunlara adapte olacaksın. Babamın hayatında hiçbir zararlı alışkanlığı olmadı. Açık çay bile içmedi, erken yatar erken kalkardı. Bakıyorum niye böyle oldu diye, hiç bir açıklama bulamıyorum. Babaannem 90 küsür yaşına kadar yaşadı. Bunama meydana gelmedi ama babam öyle olmadı.

Bir gün ben de olursam ne yaparım diye düşündürdü mü bu size?

Düşündürdü tabi ve şu kanıya vardım. Çok fazla uzun yaşamak iyi bir şey değil. Kendi adıma söylüyorum. Ben evlat olarak görevimi yaptım çok şükür bundan dolayı da çok huzurluyum ama… Ya anne baba? İnsan evladına kıyamıyor. Ben şimdi düşünüyorum. Bir gün benim başıma gelirse kızım ne yapar diyorum? Hırpalar kendini, bakmak için elinden geleni yapar, belki eğitimini, belki kariyerini bile yarı yolda bırakır. Hepsini geçtim üzülür benim yavrum da. Kıyamam bir baba olarak. Bu yüzden kendimce 'çok kasmaya gerek yok Yavuz' diyorum. Çok uzun yaşamak için çabalama, ‘kasma kendini’ diyorum sağlıklı yaşayacağım diye. ‘Rahat ol’ diyorum.

Bunu kendinize söylüyorsunuz ama halka sürekli sağlıklı beslenmeye dair öneriler veriyor uyarılarda bulunuyorsunuz?

( Gülümsüyor ) Bu 7 yıllık bir hikaye. Bu işin buraya geleceğini ben de bilmiyordum. 5 Ocak 2010 yılında Mutlu Tönbekici Vatan gazetesindeki köşesinde “Yoğurtlar artık neden bozulmuyor?” diye bir yazı yazmış. Kızımın anneannesi yani kayın validem bu yazıyı kesmiş geldi benim önüme koydu. Yazıya baktım, bakkaldan aldığım yoğurda baktım hakikaten yoğurtta bir şey yok. Dedim ki o zaman, ‘45 yaşında adamsın 20 yıllık doktorsun önüne gelen yoğurdun ekşiyip ekşimediğini nasıl anlamıyorsun?’ Sonra dedim ki, bütün halk bunu yiyor her şey gözümüzün önünde cereyan ediyor ve kimse bunu fark etmiyor. Bu yüzden bu hikaye aslında 7 yıllık bir hikaye. Sonra ben de bunlar önüme çıktıkça bunların peşinden gittim. Ondan sonrasında önüme çıkan yol beni hep bir yere götürdü. Tesadüf eseri bir şeyleri daha net görmeye başladım ve bu konuda araştırmaya başladım. Tabi bu araştırma da deneysel boyutta. Sonra bu iş üstüme kaldı. Devamında süt, tavuk, yumurta geldi. Bunlar insanların sürekli tükettiği gıdalar. Vatandaşa ne yapması gerektiğini açıklamamız lazım. Son yıllarda gelişen bir kavram var, çevrimsel bilim diyorlar. Çevrimsel bilimde başka alanlarda da yapılmış olan çalışmalardan yola çıkıp bir alandaki çalışmaya açıklık getirmeye çalışıyorsunuz. Esas benim yapmaya çalıştığım bu. Gıda mıda arka planda kalıyor. Vatandaşa ne yapması gerektiğini söyleyeceğiz tabi. Ayağı yere basan laflar söylemeye çalışıyorum. Bilmiyorsam bilmiyorumdur. Ama biç açıklama varsa bunun doğru olup olmadığını değerlendirebilecek bilgi birikimine sahibim.

Öğrencilerinize neler söylüyorsunuz peki?

Genel tıp öğretisinin dışına çıkmayın diyorum. Siz tamam uzmanlaşabilirsiniz ama genel doktorluk becerinizi kaybetmek istemiyorsanız insanın bütününe bakabilmeniz lazım hatta yetmez diğer alanlara da bakabilmeniz lazım. Tarihte de baktığınız zaman böyledir. Hepsi birden fazla alanda faaliyet göstermiş insanlar. Bir yandan biyoloji ile uğraşmışlar bir yandan fizikle bir yandan felsefe ile mutlaka uğraşmışlar. Bazen de sanatla uğramışlar. Hep standart verdiğim örnek Leonardo da Vinci’dir. Da Vinci’yi çünkü bize hep küçükken dizi film olarak seyrettirdiler o yüzden biliyoruz. Yoksa onu da bilmezdik. Sonrasında onu da okuya okuya öğrendik. Newton dediğimiz zaman sadece biz fizikle uğraşmadığını görüyoruz. Başka her şeyi yapmıştır, biyoloji ile ilgilenmiştir. Benim aşmaya çalıştığım şey bu.


Evet, sizin de doktorluk dışında, basketbol, gazetecilik gibi konularla uğraştığınızı biliyoruz. Biraz bahseder misiniz?

Ortaokulu derece ile bitirdim ama lisede kavak yelleri esmeye başladı kafamda. Bu yıllarda fotoğraf çekmeye başladım. Yıllık çıkardım. Sonra voleybola başladım. Voleybol hayatımda aslında çok önemli bir yerde… Bir dönem voleybolla yattım voleybolla kalktım. Okul takımındaydım sonra Eczacıbaşı’nda oynadım. Seçmelere babam götürmüştü. Boy olunca hemen aldılar. Çok yetenekli değildim ama çalışarak iyi bir voleybolcu olmuştum. Fakültenin 1’inci sınıfında de antrenörlük brövesi aldım. Derslerin bir kısmını spor akademisinde  kursta geçirdim. Sonra 2 yıl lisenin voleybol takımını çalıştırdım. Saha doktorluğu yaptım. Bir ara duvar gazetesi çıkardım Burhan Felek Spor Salonu’nda. Bunun katkısı çok oldu.

Bütün bu anlattıklarınız çok çalışarak elde edilebilecek şeyler. İnsanların bu derece güvenini nasıl kazandınız? Asıl merak ettiğim konu bu?

Dinamik şuradan kaynaklanıyor. İnsanlara önce sıra dışı bir şey söylediğin zaman dönüp mutlaka bakarlar. ‘Bu yoğurt yoğurt değil’ dediğiniz zaman boş durmaz insanlar da, sizi genel bir sınamaya tabi tutarlar. Genellikle günlük yaşamınızı yakın markaja alırlar. Bu adam bundan bir şey kazanıyor mu diye bakarlar. Uzun süreli endüstri ile bu adam bundan ne kazanacak diye bakarlar. Bir şey kazanmadığıma kanaat getirdikten sonra onlar da bunun daha güvenli olduğuna kanaat getirdiler. ‘Bir çıkarı yok, yoğurt markası yok, beklentisi de yok.’ dediler. Beklentisiz olmak önemli hayatta! Ben de böyle hareket ettiğim için doğru şeyi söyleme şansım oluyor. Ama bunun da sınırı var. Vatandaşa bunu söylediğiniz zaman, özellikle öğrencilere konuşma varsa, ‘Sakın kendi akıl süzgecinizden geçirmeden inanmayın çünkü biz kandırılmışız.’diyorum. Çünkü 40 günde piliç olmaz, bunun açıklamasının olması lazım. Yoğurdun ekşimeden kalması mümkün değil. Kendi alanımızla sınırlı kalmışız diğer alanlarda neler yapılıyor bakmamışız. Benim şahsi olarak bir sağlıklı besleneyim saplantım yok. Hatta uzun yaşayayım dünyaya çivi çakayım diye de bir beklentim yok. Ama bir şey de halkın sağlığına tehdit oluşturacaksa ve ben bunu görüyorsam uyarmak zorundayım. İnsanlar bazen size nasıl ulaşırım diyorlar en basiti. Bana ulaşmak çok basit diyorum ve gerçekten ulaşıyorlar, bunda bir sıkıntı yok yani. Yaptıklarınızla söyledikleriniz arasında uyum olması gerekir o zaman insanlar size güvenir. Meslektaşlarımın bir kısmı ‘Bu adam sonunda bu işten ne yapacak?’ diyor. Hiç böyle bir niyetim yok. Uğraşmaya değmez. Mevcut olan şu anda benim için yeterli. Üstüne çıkmaya çalışırsanız sınırı yok ki zaten. Ben kanaatkarım. Bunu yapmazsınız kendinize yabancılaşıyorsunuz zaten. Ben bunu istemiyorum ki. Bir araban varsa yeterli, 3-5 taneye gerek yok. Evin de aynı şekilde. Ben yürümeyi seviyorum, toplu taşıma aracı kullanıyorum. Çünkü seviyorum, insanlarla iç içe olmayı seviyorum. Bir araba ve yanında şoför beni soyutlar gerçek dünyadan. Bunu istemiyorum. Elit olmak için de insan çok para kazanmayı seçiyor ama elit olmak çok para kazanmak demek değil, çok bilgi biriktirmektir. Bu Türkiye’de biraz yanlış kullanılıyor.

Kızınızı da bu şekilde mi yetiştiriyorsunuz?

Kesinlikle. Önce mutlu olmayı öğrenmesi lazım çocuğun… Sevdiği, keyif aldığı şeyleri yapması lazım… İnsanları sevmesi onlarla iyi geçinmesi lazım… Okul, dersler, taktirler, kariyer planları önemli tabi hayatta ama ben çocuğumun önce mutlu bir birey olmasını istiyorum. Kızım 15 yaşında ve ben ona mutlu olmasını, hırs yapmamasını, gereksiz yere kendini paralamamasını, arkadaşları ile mutlaka iyi geçinmesi gerektiğini söylüyorum. Maneviyat ağırlıklı bir çocuk… Egolardan uzak yaşıyor, sağlam bir karakteri var. Şu anda bile kendi başına kendini geçindirebilir. İnsan istedikçe hep daha fazlasını ister. Çocuğu kontrol edilebilir hale getirmek lazım, maddiyatı öğretmek lazım. Çalışmayı, kendi ekmeğini kazanmayı, kanaatkar olmayı öğretmek lazım. Annem beni bırakmamıştı, çocuklukta bunu deneyimleyemedim ama çok isterdim.

Son olarak…

Kanserin ilacı bulunacak mı?

Bulunmayacak çünkü arayışımız yok.

Kanser korkulduğu kadar ciddi mi?

Değil. Kanserle barışık olmak lazım. Barışık olanlar daha rahat atlatıyor.

10 yıl sonra doğal tavuk yer miyiz?

10 yıla kalmaz. Doğal tavuk da olacak yoğurt da.

İleride sizi tavuk reklamlarında görecek miyiz?

( Kahkahayı basıyor ) Herkes onu bekliyor, çok komik olur. Düşünsenize elimde tavuk budu ile ben bir bilboardtayım. Çocukluğumdaki uzay hayalleri misali. J


 Röportaj: Şükriye Özgül


28 Haziran 2017 Çarşamba

'D VE D’NİN ÜSTÜ' SÜTYEN BEDENİ MEME KANSERİ RİSKİNİ ARTTIRIYOR…


Kadınlarda en sık görülen kanser türlerinden biri meme kanseri. Uzmanlar kadınlarda görülen kanser türlerinin 3’te birini meme kanserlerinin oluşturduğunu vurguluyor. Bu da demek oluyor ki, her 8 kadından birinin hayat boyu meme kanseri olma riski bulunuyor.


İstinye Üniversitesi Hastanesi Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Turgut İpek, meme kanseri görülme yaşının ortalama 61 olduğunu belirterek, ayrıca her yaşta da görülebileceğinin altını çizdi. Prof. İpek,”Her yaşta görülebildiği gibi nadir de olsa erkeklerde de görülür. Kadınlarda ölüme neden olan akciğer kanserinden sonra ikinci sıklıkta görülen meme kanseridir. İşte bu nedenle meme kanserine neden olan risk faktörlerini, korunma yöntemlerini ve tedavi seçeneklerini sık sık kamuoyuna hatırlatmakta fayda var.” dedi. Prof. Dr. Turgut İpek şu bilgileri aktardı.

Riski arttıran hormonel düzensizliklere dikkat! 
-   İlk adet görme 12-13 yaşından önce olmuşsa,
-       İlk hamilelik 25 yaşından sonra olmuşsa,
-          Hiç doğum yapılmamışsa,
-      Menopoz (adetten kesilme) 50 yaşından sonra olmuşsa,
-  Menopoz sonrası östrojen ya da östrojen-progesteron içeren HRT (Hormon Replasman Tedavisi) alınmışsa,
-          35-40 yaşından önce yumurtalıkların alınması ameliyatı geçirilmişse
bu durumlar meme kanseri riskini bir buçuk 2 kat artırır.

Çevresel Etkenler
Hodgkin hastalığına bağlı bölgesel radyasyon tedavisi meme kanseri riskini 40 kata kadar artırır. Alkol kullanımı ve sigara alışkanlığı ise 2 kat risk taşır.

Genetik Faktörler
Ailesinde birinci derece ya da ikinci derece meme kanseri vakası olanların meme kanseri olma riski 2-5 kat fazladır.
BRCA Gen Testi
BRCA1 ve BRCA2 meme kanseri yatkınlık testidir. Bu testlerde genlerin meme kanserine yatkınlık potansiyeli ölçülür. 20 yaşında ve daha sonra tanılı BRCA testi pozitif çıkan bir kadının meme kanseri riski 8 ila 40 kat arasında değişir.

Genetik Testler BRCA1/BRCA2 Ne Zaman Yapılmalıdır?

-          Aile bireylerinde birinde herhangi bir yaşta meme kanseri olması.
-          Aile bireylerinde ya da kendinde meme ve over (yumurtalık) kanserinin varlığı

BRCA1 geninde bozukluk olan kişilerde 70 yaşına kadar meme kanseri olma oranı yüzde 85, over kanseri olma oranı yüzde 45'tir.
BRCA2 geninde bozukluk olanlarda bu oranlar meme kanserinde yüzde 84, over kanserinde yüzde 76'dır.

SÜTYEN BEDENİ D VE D’NİN ÜSTÜ İSE RİSK ARTIYOR…
Menopoz sonrası östrojenin azalması ile östrojen-androjen oranı eşitlenir ve vücuttaki yağ depoları şekil değiştirir. Menopoz öncesi kadınlarda cilt altı yağ deposu kalça ve bacak bölümlerinde yoğunlaşırken (armut şekli) menopoz sonrası karın içi yağ oranı artar (elma şekli). Aşırı kilo ve obezite, Tip 2 diyabet riskini artırır. Pek çok çalışma Diyabetin meme kanseri riskini 3 buçuk kat artırdığını göstermiştir.
Ayrıca sütyen boyutu, “D ya da daha büyük” kişilerde “A yada daha küçük” kişilere göre meme kanseri görülme oranını anlamlı yükseltir.

Mamografi ilerlemiş meme kanseri sayısını azaltıyor.
Memede kitlelerin mamografi ile erken tespiti meme kanserinden ölümleri önleyebilir. Unutulmamalıdır ki meme kanseri başlangıçta sistemik hastalık değildir, ilerleyici bir hastalıktır bundan dolayı erken tanı önemlidir. Meme kanserinde sonuçlar hangi tedavinin uygulanmasından daha fazla tedavinin erken ya da geç uygulanmasına bağlıdır.
Mamografi, ilerlemiş meme kanseri sayısını önemli derecede azaltmıştır. Yaşam süresini ve hastalıksız dönemi uzatır. Meme koruyucu cerrahi oranını artırır. Uzun ve zorlu tedavilere gerek kalmaz. Mamografi taramaları için genelde 40 yaş sonrası önerilmektedir.

Hangi durumda cerrahi yöntem ile meme kurtarılabilir?
Meme kanserinde yapılması gereken, kitle ele gelmeden önce tanıya gidebilmektir.
1-14 milim boyutlarındaki bir İnvaziv tümör hastası meme dokusunu kaybetmeden cerrahiden yarar görür. Meme koruyucu cerrahi için tümörün ameliyat öncesi iyi tespit edilmesi gerekir, bunun için MRI, duktografi, duktoskopi hasta lobun belirlenmesinde etkindir. Tek odaklı multifokal olmayan 20 milim altındaki kanserlere uygulanabilir. 14 milim boyutlarından büyük olan ve başta lenf bezleri olmak üzere çevre bölgelere yayılan meme kanseri riskli gruptur. Bu durumdaki hastaların büyük kısmı memelerini kaybetme riski ile karşı karşıya kalır.

Meme kanserinin uyarıcı bulgularına dikkat!
Meme kanseri belirtileri bütün kadınlarda aynı olmayabilir. En yaygın görülenler;
         Çevre dokudan farklı kalınlaşma ya da kitle,
         Meme başından kanlı akıntı,
         Memenin boyut ya da şeklinde değişiklik,
         Meme başı çöküntüsü,
         Meme başında ya da cildinde döküntü, pullanma,
         Meme cildinde kızarıklık ya da morluk,
         Meme cildinin portakal kabuğu görüntüsü,

Risk Faktörleri
         Kadın olmak
         Emzirmemiş olmak
         Geç yaşta adetten kesilmek
         Meme kanseri hikayesi olmak
         Çocuk sahibi olmamak ya da geç yaşta çocuk sahibi olmak
         Daha önce göğüs ya da memeye radyasyon tedavisi görmüş olmak
         Aşırı kilo, az egzersiz yapmak, alkol kullanmak
         Uzun süre hormon replasman tedavisi görmek
         İleri yaşta olmak
         12 yaşından önce adet görmek
         Ailede meme kanseri olması ya da genetik yatkınlık olası risk faktörleridir.

 Öneriler:
         Lifli gıdalar tüketilmesi meme kanseri riskini azaltır.
         Sebze ve meyve ağırlıklı, kırmızı etten fakir beyaz et oranını artıran beslenme modeli önerilir.

         Meme muayenesi adet döneminin bitiminden 4-5 gün sonra en uygundur.
         Günümüzde teknolojik ilerleme ile mamografinin verdiği radyasyon vücut için zarar oluşturmaz.
         MRI tetkikinde radyasyon olmadığı için gerektiğinde başvurulması gereken bir inceleme yöntemidir.

         BRCA1 ve BRCA2 gen testleri risk taşıyan kişilerde incelenmelidir.