27 Mayıs 2017 Cumartesi

Prof. Dr. Yusuf Kalko, “GAYEM HAYAT KURTARMAK."



Başarılı, çok başarılı bir profesör… Sayısız hayat kurtarma hikayesinde imzası var. Damar cerrahisinde geliştirdiği tekniklerle damarların içinde neredeyse sörf yapma becerisine sahip çok tecrübeli bir cerrah. Alanında elde ettiği başarılarla Türkiye’nin gururu… Hastalarının gözbebeği, ağabeyi, babası, evladı, kardeşi, arkadaşı, dostu… Her hastasını aynı samimiyetle kucaklayan, ‘hepsi benim akrabam’ diyen sıra dışı bir adam Yusuf Kalko… Akraba mevzusu laf olsun diye söylenmiş bir kelime değil, herkesi hayrete düşüren bir gönül bağı var bütün hastaları ile. Çok seviliyor, çok sayılıyor, çok takdir görüyor, çok dua alıyor. Bu kadar başarı, ün, sevgi, itibar bir insanı şımartır mı zamanla? Bugüne kadarki hayat tecrübem bütün bunların karşısında kendini, özünü bozmadan durabilmek yürek ister diyor. O yürek de Kalko’da var. Alçak gönüllü, babacan, yardımsever, duygusal, açık sözlü, yufka yürekli, herkese her şeye yetişen, azimli ve olağanüstü çalışkan bir doktor. Bütün bu başarıları elde etme mücadelesinde çok zorlu yollardan geçmiş, çok bedeller ödemiş. Amerika için kariyer planları yaparken babasını kaybetmiş ve bütün hayatı değişmiş. Doçent olduktan kısa bir süre sonra da annesini… Yaşadığı kayıpların acısını hafifletmek için hastalarına sarılmış, maneviyata ve tasavvufa sığınmış. “Bu kadar yıllık çabanızın en büyük meyvesi ne? diye sordum.” “Çok zengin oldum.” dedi. “O kadar maneviyat biriktirdim ki, hayal edemeyeceğim kadar çok zengin oldum.” dedi. “Peki ya mesleğiniz, başarılarınız?” dediğimde. “Kendimi hayat kurtarmaya adadım ben. Babamı da annemi de bir yoğun bakımda kaybettim. Başka analar babalar ölmesin diye canla başla çalışıyorum. Gayem hayat kurtarmak. Kurtardığım her hayat mesleki başarımdır.” dedi. Fakir bir ailenin çocuğu olarak doğmuş, gece kondu mahallesinde büyümüş, hiç kot pantolonu olmamış gençliğinde… İbretlik bir yol hikayesi var. Hiç pes etmemiş. Samimiyetle anlattı.

Yusuf Kalko’dan biraz bahseder misiniz?

Aslen Kars Kağızmanlıyım. Ama doğma büyüme Ankaralıyım. 1970 yılında dünyaya gelmişim. 2 erkek kardeşim, bir de kız kardeşim var.

Aileniz, nasıl bir ortamda yetiştiniz?

 Annem, babam ve kardeşlerim olarak geleneksel bir çekirdek ailede yetiştim. Ama anneannem, dedem, dayılarım, yengelerim, teyzelerim, kuzenlerim hep bir aradaydık. Bu yüzden kocaman bir ailem oldu hep.


Anne babanız ne işle meşguldü?

Babam ben henüz bebekken kalorifercilik yapmış. O dönem kalorifer kazanları vardı, kömürle çalışırdı. Sonra kendi imkanları ile çay ocağı kurmuş. Bütün hayatı o çay ocağıydı. Ondan sonra dayılarımın kuruyemiş dükkanlarında işletmecilik yaptı. Çok namuslu ve dürüst bir adamdı. Ticaret yapmasına rağmen pazarlık yapmayı sevmezdi. Hep başkası kazansın derdindeydi. Hatta sırf bu düşüncesi yüzünden gıdım gıdım biriktirdikleri ile sahip olduğu derme çatma arsasını bir akrabası ev alacak diye satmıştı. O dönem biz de kirada oturuyorduk üstelik. Böyle enteresan bir adamdı. Annem ev hanımıydı. Hiç okula gidemediği için okuma azmi ile yanıp tutuşan bir kadındı. Bende okuma azmini ve aşkını alevlendiren annemdir. Hiç okul hayatı yoktu ama müthiş bir hayat tecrübesi ve öngörüsü vardı. Çok akıllı ve ileriyi görebilen bir kadındı. Son nefesine kadar bizim de hep yaşam koçumuz gibi oldu.

Siz nasıl bir çocuktunuz?

Çok şanslı ve çok mutlu bir çocuktum her şeyden önce. Camı bile olmayan bir depoda doğmuşum. Bir iki yıl orada kaldıktan sonra babam gecekonduya taşımış bizi. Ankara’da bir gecekondu mahallesiydik. Hayatımın en güzel günleriydi. Harika komşuluklar vardı. Kimsenin kapısı kilitlenmezdi. Canım sıkıldığında çıkar giderdim hemen komşulara. Bazen televizyon izlemeye bazen de belki sevdiğim bir şey yapmışlardır diye buzdolaplarını kolaçan etmeye. Kimse ne ‘niye geldin’ derdi ne de ‘ müsait değiliz’ derdi.

Yaramaz bir çocuk muydunuz?

Hiç değildim. Hep ağır başlıydım. Babam çok erken sorumluluk verdi bana. Ben henüz 5-6 yaşlarındayken beni sabahın 5’ine çay ocağına götürmeye başladı. Küçük küçük görevler verirdi bana, onları yapmamı sağlardı. Görevlerimi yaparken bol bol da şişe kırardım yanlışlıkla ama hiç kızmazdı babam. Arkadaşları ona çok kızardı. Duyardım ben de. ‘ Yazık bu çocuğa,  sabahın köründe getirme uyusun, daha çok küçük.’ derlerdi. Babam da genelde cevap vermez, geçiştirirdi. Bazen de sadece ‘ileride bunun kıymetini anlar’ derdi. İyi ki, yapmış böyle bir şeyi bana çok farklı ufuklar açmış daha o yaşta.

5 yaşında çay ocağına gittiğinize göre çocukluğunuzda da çalıştınız o halde.

Evet çalıştım. Çay ocağında, dayılarımınn kuruyemiş dükkanında… Ramazanda kuruyemiş tezgahı açarlardı. Tezgah altında sabahlar ertesi gün de satış yapardık. Hafta içi okuluma gider hafta sonu da çalışırdım bu şekilde.

Zor değil miydi bir çocuk olarak çalışmak?

Bizi zorlayacak işler vermiyorlardı tabi. Benle beraber dayılarımın oğulları da çalışıyordu. Gücümüze göre getir götür ya da ufak çaplı satışlar yapardık. İşin zorluğundan çok eğlencesindeydik. Bazen babamın çay ocağı çok yoğun olduğunda çay taşımaktan ayaklarımın altının patladığı da olmuştur. O zaman biraz canım yanardı su toplardı ayaklarım. Anneciğim hiç kıyamazdı. Ama yine de giderdim. İyi ki gitmişim.

Hem çalışıp hem okumak da kolay iş değil. Dersleriniz nasıldı, okul hayatınız?

İlkokuldan itibaren çok başarılı bir okul hayatım oldu. Çok disiplini bir öğrenciydim hep. Bizim evimizle okulun mesafesi yaklaşık 6-7 kilometreydi. O dönem okul servisi falan yoktu. Kız kardeşimle birlikte yürüyerek giderdik okula. Yağmur, çamur, kar demeden yürürdük. Minibüs de vardı ama paramız yetmezdi genelde minibüse o yüzden yürürdük. O kadar yola rağmen hiç geç kalmamışımdır okula. Öğretmenlerimin hep taktir ettiği bir öğrenciydim.

O dönem ‘ben bir gün doktor olacağım’ der miydiniz?

Derdim… Doktorluk ben henüz 40 günlükken annemin hayaliymiş. Beni kucağında sallarken ‘oğlum doktor olacak’ diye severmiş. İlmek ilmek işledi bu duyguyu bana da. Ben de bir gün doktor olacağım hayalini kurardım. Bu yüzden çok çalışmam gerektiğini biliyordum. Nitekim lise sonda çok çalışmama rağmen sınava giriş evraklarımı kaybettiğim için ve sınava geç girdiğimden dolayı tıbbı değil mühendisliği kazanabilmiştim. Babam ona da çok sevinmişti açıkta kalmadım diye ama benim hayalim bu değildi tabi. Hem mühendisliği okuyup hem de yeni sınav için çalışmaya başladım tekrar. Annem ve dayım babamdan habersiz bana destek oldular ve beni tekrar dershaneye yazdırdılar. Bir sonraki sınav denememde Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandım. Kazandıktan sonra babam haberdar oldu çevirdiğimiz işten. Malum babalar her şeyi en son duyar. O da havalara uçtu tabi sonra, doktor olacağım diye.



Tıp fakültesi öğrenciliği, Antalya, bekar yaşamaya ilk adımlar… Nasıl geçti üniversite yıllarınız? Havalı bir öğrenci miydiniz?

Bir kere ailemden özellikle annemden uzakta olacağım diye çok üzüldüm. İtiraf ediyorum ana kuzusuydum. O güne kadar onlardan hiç ayrılmamışım, çok zoruma gitti. Çok zor uyum sağladım. Her hafta sonu Ankara’ya giderdim gidemediğim zamanlarda annem gelirdi mutlaka yanıma. Az buz zaman değil sonra yavaş yavaş arayı açmaya başladık ama en fazla 2-3 hafta dayanırdım, yine giderdim. Ailem hayatımın merkezindeydi yani, onlarsız bir dünya düşünmek çok zordu. Bekar yaşamaya gelince. Kulağa eğlenceli gelebilir ama ben o güne kadar tek başıma bir fatura dahi yatırmış adam değildim. Yani bekar yaşamak, yalnız yaşamak falan bana göre bir şey değildi. Havalı da değildim. Varsa yoksa derslerimdi. Hava atmak istesem bile bunu yapacak durumum da yoktu açıkçası. Bir kot pantolonum bile yoktu. Spor ayakkabım hiç olmadı mesela. Babamın diktirdiği kumaş pantolonum, kumaş gömleğim, lastik ayakkabım ve kışın giydiğim bir montum vardı. Bazen kuzenimden onun kazağını ödünç alır giyerdim, o zaman da kendimi biraz havalı hissederdim. Ama çok da takılmıyordum açıkçası böyle şeylere. Hep maneviyatla besledi ailem beni, maneviyata özendirdi o yüzden maddiyatla ilgili konularda özendiğim durumlar tabi ki olurdu ama bunu takıntı ya da kompleks haline getirmezdim.

Doktor çıktıktan sonra hayatınızda neler değişti?

Çok şey değişti. Mecburi hizmeti tamamlayıp bir vesile ile Çapa’da asistanlığa başladım. O dönem babama kanser teşhisi kondu. Çapa’daki hocalarıma gösterdim sağ olsunlar çok yardımcı oldular bize. Ameliyat oldu babam ve sağlığına kavuştu. Kanser bitti, dedik ama tekrar nüks etti. Bu sefer kurtulamadı. Aniden ayrıldı aramızdan. Mesleğimin baharındaydım. Hayallerim vardı. Amerika’da bir profesörle yazışıyordum. Oraya gidecektim. Kariyerime orada devam edecektim. Ama babamın ani gidişi ile hepsi bitti tabi. Kız kardeşim evlenmişti çok da iyi bir eşi vardı onu düşünmüyordum ama annem ve erkek kardeşim babamsız bir başlarına kalmışlardı. Ankara’daki evimizde akrabalarımız da vardı yakınlarında ama onları orada bırakamadım. Yanıma aldım, İstanbul’a getirdim. Asistan maaşı ile kendime de onlara da bakmaya çalıştım. Aynı dönem evlenme kararı aldım. Babam mürüvvetimizi göremeden rahmetli olmuştu, annem de ‘ ben de gideceğim mürüvvetini göremeden’ demeye başlayınca evlenme kararı aldım. Yetmedi bir de ev alma kararı aldım. Hem de dubleks alacağım dedim. Bir katında annemle kardeşim bir katında da eşimle biz yaşarız dedim. Tabi bunu planladım ama ne ev alacak, ne onu döşeyecek, ne de evlenecek param vardı. Arabamı sattım, annemin altınları, kardeşimin altınları, imece akraba yardımları derken evi de aldım evlendim de. Sonrasında gece gündüz nöbetlerle borç ödedim tabi yıllarca. Tabi birde doktorlukla ilgili hayallerim vardı. Kalp damar cerrahisinde ilkleri yapmak istiyordum.

Nasıl başladı bu ilkler?

Vakıf Gureba’da uzman olarak görev yapmaya başladığımda çok sıra dışı ameliyatlar denedim. Bir meslektaşımın hayatını kurtardım. İmkansızlıklar içinde yapılmış bir ameliyattı. Hastanın yüzde 1 bile dönme şansı yokken onu döndürmeyi başardım. Sonra hep bu tarz riskli ameliyatlarda kendimi sınadım. Sonra Azeri bir bürokratın hayatını kurtardım. Bunun için apar topar Azerbaycan’a götürüldüm. O da çok zor bir ameliyattı ama başardım çok şükür. Sonra şah damarı kaynaklı felçler ve kangren bacaklar üzerinde çok çalıştım. Teknikler geliştirdim. Bu teknikleri ameliyatlarda denedim, geliştirdim, tecrübe kazandım ve damar cerrahisinde çok önemli bir yol kat ettim ekibimle birlikte. Geçtiğimiz aylarda yıllardır hayalini kurduğum Damar Sağlığı ve Yaşam Merkezini kurduk. İstinye Üniversitesi Hastanesinde damar sağlığı alanında önemli çalışmalar ve ameliyatlar yapıyoruz bu merkezde. Çok şükür başarılı sonuçlar alıyoruz. Doktorlukta en büyük gayem hayat kurtarmaktı onun için uğraşıyorum canla başla. Bundan yaklaşık 5 yıl önce annemi de babam gibi bir yoğun bakımda kaybettim. Bunun acısını benden daha iyi bilen olamaz. Ben kaybettim başka evlatlar ağlamasın diyorum. O yüzden hasta ile karşılaştığımda önce kendime şunu soruyorum. ‘ Benim annem ya da babam olsa ben nasıl davranırdım?’ Tabi ki, kurtarmak için elimden geleni yapardım. O yüzden yüzde 1 bile iyileşme ihtimali olsa hastanın, ben bunu zorluyorum. Riskini de anlatıyorum ailesine ama izin verirlerse zorlayacağımı da belirtiyorum. Böyle bir kader birliği yapıyoruz işte hastalarla ve yakınları ile.


Bu kadar çok sevilmenizin tılsımı bu samimiyetiniz o halde.

Seviyorlar sağ olsunlar. Ben de onları çok seviyorum. Abartmıyorum. Yaşlı bir teyze gördüğümde anneannemin kokusu geliyor burnuma. Bazen annem yaşında bir teyze geliyor annem niyetine öpüyorum elini. Babalar babama kokuyor. Onları çok özlüyorum. Özlem her gün daha da büyüyor içimde. Onları geri getiremeyeceğimi biliyorum ama başka bir evladın ailesine şifa olmaya vesile olmak da büyük gurur. Şükür diyorum.

Mucizeler gerçekten oluyor mu?

Yaradan’ın mucizesi biter mi? Ben bu meslekte çok mucizeye tanık oldum. Doktorluk, tecrübe bir yere kadar. Mucizeyi yaratan Yaradan… O yüzden hasta yakınlarına umutlarını ve inançlarını hep taze tutmalarını da tembihlerim. Ben kayıplar yaşadım ama bunları yaşarken Allah’ın bir bildiği var dedim hep. Ailemi kaybettikten sonra daha da maneviyata yöneldim, tasavvufa yöneldim. Umre’ye gittim. İnancım beni ayakta tuttu. Hastalarımın duaları beni ayakta tuttu.

Bundan sonraki hedefleriniz neler?

İnsanlar boşu boşuna felç olmasın boşu boşuna ayakları kesilmesin diyorum hep. Bu uğurda çalışmalarıma devam edeceğim. Farkındalık için çeşitli projeler üretiyoruz. Sosyal medyadan Televizyondan insanlara ulaşıp önlem almaya teşvik etmeye çalışıyoruz. Yeni yaşamlara dokunmaya devam etmek en büyük hedefim. Ömrüm yettiğince.

Röportaj: Şükriye Özgül










26 Mayıs 2017 Cuma

“MORRİS ASSOCİATES SANAT OLUŞUMU”NUN TÜRKİYE'YE GİRİŞ TANITIM RESEPSİYONU YAPILDI…

Morris Associates Sanat Oluşumunun Türkiye'ye giriş tanıtım resepsiyonu, İngiltere'nin İstanbul Başkonsolosluğun’da şirket kurucu ortakları Colin Morris, Seda Kohen ve Hale Haifawi'nin katılımıyla gerçekleştirildi.








Başkonsolosluk’taki tanıtım toplantısı, İngiltere'nin Manchester kentinde yaşanan terör saldırısında hayatını kaybedenler için saygı duruşuyla başladı.

Toplantıda AA muhabirine açıklama yapan Morris Associates Sanat Oluşumu Kurucusu Colin Morris, Türkiye'de yeni bir oluşum olarak yer almaktan büyük bir mutluluk duyduklarını belirterek, insanlar ve uluslararası kültürel alışverişi teşvik etmenin yanı sıra, seçkin müzeler, galeriler, şirketler ve koleksiyonerlerle kaliteli tasarım ve danışmanlık hizmetleri sunmayı amaçladıklarını dile getirdi.

Morris ayrıca Türkiye'deki sanat ve kültüre anlamlı katkılarda bulunmayı da amaçladıklarını anlatarak, "Geçmişimiz ve tecrübemiz, 1987'de İngiltere Sanat Konseyi Başkanı ile birlikte kurulmuş olan ve Londra'da bulunan Colin Morris Associates'ın teşebbüslerinden kaynaklanıyor. Çok sayıda meşhur uluslararası müze, galeri, turizm mercileri, şirket ve özel koleksiyonlarla birlikte çalışma fırsatı bulduk." diye konuştu.


Morris, otuz yılı aşkın süredir, stüdyolarının her disiplinde yüksek kalitede hizmet sunduğunu ifade ederek, şunları söyledi: "İslam sanatları içerisinde en üst kalitede sunulan ve yankılananlar da dahil olmak üzere, birçok büyük uygarlık ve dönemin sanat ve tarihine geniş ölçüde yer verdik. Her ne kadar 1996'dan itibaren Naser Dr. Khalili Koleksiyonu'nun olağanüstü İslam koleksiyonuna ve Osmanlı varlıklarına doğrudan müdahil olmuş olsak da Abu Dabi Veliaht Prensinin Ekselansları Şeyh Muhammed bin Zayed Al Nahyan'ın himayesinde, son on yıl içerisinde Abu Dabi'nin gelişimi ve turizm gelişiminden kısmen sorumlu olarak, büyük sergiler gerçekleştirdik. Bu projeler, yerel ve uluslararası seyircilere geçmişi yansıtmanın yani sıra, gelecek vizyonunu sağlamak için de gerçekleştirilmiştir."


Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı'nın katılmadığı resepsiyonda, İngiltere'nin İstanbul Başkonsolos Yardımcısı Neil Floyd, Ingiliz Ticaret odasi Baskani Chris Gaunt ve eski Kültür ve Turizm Bakanı Bülent Akarcalı Gamze Cizreli ile konusunda seçkin davetliler yer aldı.

24 Mayıs 2017 Çarşamba


HAVUZLAR VE SU KAYDIRAKLARINDAKİ GİZLİ TEHLİKEYE DİKKAT...


Sabırsızlıkla bekledik yazı. Okulların tatile girmesine de sayılı günler kaldı. Bundan sonra da ver elini tatil... Ver elini havuz, deniz, su kaydırakları... Yazın ve tatilin istenmeyen sonuçlar doğurmaması için özellikle su kaydıraklarında aileleri dikkat etmesi gereken önemli kurallar var. 



Bunlara dair Medikal Park Bahçelievler Hastanesinden Beyin, Sinir ve Omurilik Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Alper Kaya hayati denebilecek bilgiler paylaştı.

Derinliğini bilmediğiniz sulara kesinlikle atlamayın.

”Havuzlar ve denizlerdeki sığ sular her yaz maalesef özellikle gençler açısından büyük tehlike oluşturuyor. Gençlerin çok daha zevkli diye suya balıklama atlaması maalesef boyun kırılmaları, kalıcı felçler ya da daha kötüsü ölümlerle sonuçlanıyor. Bu yüzden derinliğini bilmediğimiz sulara kesinlikle atlamamız gerekir. Mümkünse derinliğini bilsek bile suya kafa üstü atlamayalım. Bunu her anne babanın evlatlarına sıkıca tembihlemesi gerekir.

 Su kaydıraklarında sıralı kaymayı kontrol eden görevli olması şart.

Yazın dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli konu da su kaydırakları. Bu konuda çocuklar ve gençler olduğu kadar yetişkinler de dikkatli olmak zorunda. Su kaydıraklarından en önemli nokta sıralı kaymayı kontrol eden görevlilerin olmasıdır. Çünkü eğer bu kontrol edilmezse kazalarla karşılaşma olasılığı çok yükselir. Çünkü arkamızdaki kişiyi kontrol etme şansımız olmaz ve arkamızdan gelen kişi hızlı bir şekilde bize çarptığında sırt ve bel bölgesinde omurga kırığına neden olabilir. Bu bizim çok sık karşılaştığımız bir durumdur. Böyle bir durumda maalesef dönüşü olmayan felç durumlarına çok sık rastlıyoruz.

Kaza durumunda ilk olarak 112 acil ekibi aranmalıdır.

Bu tarz durumlarla karşılaşıldığında yapılması gereken en önemli şey 112 acil ekibini aramak olmalıdır. Ardından hastayı hareket ettirmeden düz yatırmak gerekir. Sağlık ekipleri gelene kadar beli ve boynu hareketsiz kılmak çok önemlidir. Hastayı oturtmaya çalışmak ya da ayağa kaldırmak vahim sonuçlar doğurabilir.

Kaza sonrası olası beyin kanamasının belirtileri.


Bu tarz kazaların sonucunda kafamıza aldığımız darbeler beyin kanamasına da yol açabilir. Bunu da göz önünde bulundurarak beyin kanaması riskine karşı da tedbirli olmak gerekir. Beyin kanamaları ani ve şiddetli bir baş ağrısı ve bunu takip eden ani şuur kaybı ile genellikle karşımıza çıkar ve hasta bayılır. Peşinden fışkırır tarzda kusma ve epilepsi nöbeti (sara nöbeti) sıklıkla görülür. Beyin kanaması acil hayatı tehdit eden bir durum oluşturduğu için profesyonel sağlık ekiplerini ortama çağırmak yapılması gereken ilk ve en önemli şeydir. Bu kanamayı geçirenlerin ortalama yüzde 20’si hastaneye yetiştirilebilmektedir ve diğerleri genellikle kanamayı geçirdikleri yerde kaybedilmektedirler. Hastanın şuur kaybı olacağı için kendi başına bir şey yapması mümkün değildir. Profesyonel sağlık ekipleri gelinceye kadar hastanın düz bir şekilde yatırılması hareket ettirilmemesi, kusma durumunda yan çevrilmesi, epilepsi nöbeti esnasında solunum yolunun açık kalmasının sağlanması gerekir."

PAULA HAWKİNS’TEN  YENİ ROMAN:
“KARANLIK SULAR”

Birinci kitabı, “Trendeki Kız” ile tüm  dünyada ‘Çok Satanlar Listesinden’ uzun süre inmeyen Paula Hawkins’in ikinci romanı Karanlık Sular İthaki Yayınları’ndan çıktı. Çok yeni olmasına rağmen, ABD, İngiltere, Portekiz gibi ülkelerde ‘Best Seller’ olan Karanlık Sular, Türkiye’de de raflarda yerini aldı.


Psikolojik gerilim sevenlerin bir çırpıda okuyacağı kitap, İngiltere’de Beckford kasabasında kızıyla yalnız yaşayan bir kadının nehirde cesedinin bulunmasıyla başlıyor.
Kitap, kasabada yaşamanın iyi özelliklerinin yanı sıra boğuculuğu, yıllarca saklanan sırların hayatları nasıl etkilediğini, baskı altında “hiç yapmam” denilen bir şeyin nasıl da yapılabileceğini gösteren etkileyici bir roman.

“Ölümünden birkaç gün önce Nel yardım istemek üzere kız kardeşine telefon eder. Ancak kardeşi Jules yanıt vermez ve yardım çağrısını geri çevirir. Birkaç gün sonra Nel’in ölüm haberi gelir. Jules ise kaçtığı ve gelmemeye yemin ettiği kasabaya, geride kalan yeğenine bakmak için dönmek zorunda kalır.
Ancak Jules dehşet içerisindedir. Çok korkmuştur. Anımsamak istemediği hatıraları su yüzüne çıkarken, Nel’in intihar etmeyeceğine de giderek ikna olur. Bunların ötesinde Jules sudan korkmaktadır, özellikle de Ölüm Göleti dönen o korku verici yerden...”
Gazeteci Yazar Paula Hawkins, yeni kitabıyla ilgili “Kendimiz ve ailemizle ilgili anlattığımız hikâyeler belirlidir; insanı insan yapan şeyler onlardır. Haliyle aynı evde ve aynı insanlarla ilgili bir hikâyenin farklı kişilerce farklı biçimde anlatılması beni heyecanlandırıyor. Bu kitapta çocukların, yetişkin ilişkilerini, yetişkin eylem ve kararlarını nasıl ele aldığını ve onlara mantıklı gelen kısımları bunlar üzerinden nasıl sınırlandırarak yorumladıklarını görüyoruz” diyor.

 KİTAP İÇİN NE DEDİLER?
“Başından sonuna kadar Hitchcockvari bir hava taşıyan, eşsiz bir kitap.”
-New York Times-

 “Bu kitap harcadığınız her saniyenin hakkını veriyor.”
-Publishers Weekly-

“Sürprizli sonları seven okurlar için vazgeçilmez olacak bir kitap.”

-Library Journal-

23 Mayıs 2017 Salı

HANİ DERLER YA,’ DIŞI SENİ YAKAR İÇİ BENİ.'DİYE…





 Tam da böyle bir konudan bahsetmek istiyorum. Uzaktan bakıldığında özendirici, şaşaalı, prestijli, janjanlı, havalı ve daha sayamadığım pek çok ilgi çekici kelime içeriyor ama işin içine girdiğinde aslında hiç de göründüğü gibi olmadığını fark ediyorsun. Set emekçiliğinden bahsediyorum, oyunculuktan. Bu sektörle meşgul olanlara set emekçisi tabirini özellikle kullanmak istiyorum çünkü insan üstü bir tempoda, insan üstü bir çaba ve disiplinle çalışıyorlar. Bundan birkaç yıl öncesine kadar sevdiğim ve izlediğim dizi güzel bir şekilde aktığında ‘süper, bravo, çok iyiydi’ derdim sevmediğim bir sahne olduğunda da ‘bu yönetmen salak, böyle oyunculuk mu olur, arkadaş bu sahnedeki bu hatayı nasıl görmezler’ gibi cümlelerle hiç düşünmeden eleştirirdim. Oturduğun yerden ahkam kesmek kolay misali…
Bundan 2 yıl önce eşimin sektöre kıyısından köşesinden bir şekilde dahil olması ile bu işin ne kadar zorlu şartlarda yapıldığına ben de tanık olmaya başladım. İtiraf etmeliyim ki, bu işte fazla kalamaz, bu tempoya dayanamaz demiştim ama dayandı, dayanmakla kalmadı gitti oyunculuk eğitimi aldı, dublörlük eğitimleri devam ediyor, tiyatro eğitimi alıyor, her hafta düzenli olarak at biniyor, her gün spor yapıyor, sektörü takip ediyor… Benim adam artist olma yolunda ciddi ciddi emek veriyor. Figüran, yardımcı oyuncu derken, oyunculuğa terfi etti.
Etti etti ama ciddi zorlayıcı bir süreç başladı bizim için. Sabaha kadar çalışmalar, kar kış demeden dışarıda çalışmalar, sabaha karşı uyanıp sete gitmeler. Geçtiğimiz kış ciddi olarak ciğerlerini üşüttü, 2 ay ölüp ölüp dirildiğimiz çok zorlu bir tedavi sürecimiz oldu. Geçtiğimiz ay çok meşhur bir dizinin sinema filmi çekimi için Antalya’daydı. Filmin adını yazamıyorum, haber yapmak yasak henüz. Bir ay Antalya’da kaldı. Bu süre zarfında oğlumuzun ilk doğum günü oldu o yanımızda olamadı. Evlilik yıldönümümüz oldu ama o yine yoktu. Doğum günü oldu biz yanında olamadık. Gündüz birkaç saat dinlenip gece dağda çalışıyorlardı. Tabi bu süre zarfında,” Aman canım çocuğunu hiç mi özlemiyor” diyenler de oldu, “İsteyen gelir bir günlüğüne görür yine gider” diyenler de… Hatta “Bu adam seni orada aldatıyordur” diyenler de. Tabiri caizse alık alık baktım durdum bu insanların suratına, “Arkadaş ne ara bu kadar kirlettiniz kalplerinizi” dedim ama içimden tabi…
Her neyse… Ne kadar zorlu da olsa günümüzün en çok merak edilen işlerinden biri ve bu işi yapmak için can atan 7’den 70’e tanıdığım çok insan var. Eminim tanımadıklarım daha fazladır. Hal böyle olunca ben de çok uzağa gitmedim burnumun dibindeki eşime, Serkan Özgül’e sordum sektörün bilinmeyenlerini.

Bu işe hobi olarak başladın ama devam ediyorsun, eğitimler alıyorsun daha da yapmaya niyetlisin. Yapılacak bir iş mi bu?

Başlarken ben de bu kadar devam edebileceğimi tahmin etmedim. Hobi olarak kalır diye düşünüyordum ama dizilerden ardı ardına aramalar başlayınca kendimi bir anda bu sektörün içinde buldum.

Bu kadar kolay mı yani bu sektöre girmek ve tutunmak?

Hayır tabi ki. Tam tersi hiç de kolay değil. İlk olarak fiziksel olarak ilgi çekebilirsiniz ama yeteneğiniz yoksa fiziğiniz bir işe yaramaz. Tek başına yetenek de bir işe yaramaz bunu destekleyecek eğitimleri de almak zorundasınız.

Yakışıklısın ya da güzelsin, yeteneğin var, birkaç ay da kurs al artist olursun mu diyorsun?

Yakışıklı bir adam ya da güzel bir kadın olmak avantaj tabi ki... Ama sürekli eğitim ve disiplin şart. Hayranı olduğumuz o başrol oyuncuları inanılmaz disiplinliler. Eminim hepsi kendini her seferinde aşmak için sürekli eğitim halindeler.

Eğitim derken… Hangi eğitimlerin mutlaka alınması gerekiyor?

Konservatuvar bence mutlaka olmalı. Ben 40’ından sonra bu işlere girdiğim için maalesef böyle bir eğitim alamadım ama daha erken olmuş olsaydı mutlaka okumak isterdim. Oyunculuk, diksiyon, tiyatro  dublörlük eğitimleri olmazsa olmaz bence. Bu işi hakkı ile yapabilmek için ustaların eğitimlerini almak lazım.

Bu eğitimleri aldıktan sonra insanların setlerde de kendilerini yetiştirme şansları var mı?

Kesinlikle var. Setler çok büyük bir okul. Burada da insanlar çok şey öğrenir ama en önemli kural disiplinden asla taviz vermemek.

Bebeklerden tut da, çocuklara, gençlere, yaşlılara kadar herkes bir şekilde bir dizide oynama ya da bir reklam filminde yer almanın derdinde. Bu insanlar nereye başvurmalı bu iş için?

İyi ajanslara başvurmalılar. İyi menajerle çalışmalılar. Kendilerinden para isteyen ajanslardan uzak durmaları gerekir. Profesyonel ajanslar kayıt için para istemez.

Peki kadınlar mı daha avantajlı bu işte yoksa erkekler mi?

Kadınlar daha avantajlılar.

Sence başrol oyuncularının aldığı rakamlar ve bizim fahiş dediğimiz rakamlar normal mi?

Kesinlikle normal. Fazlası ile hak ediyorlar bence. Haftada 6 gün gece gündüz çalışıyorlar. Özel hayatları yok, özel günleri yok.

Peki bu işten diğer oyuncular ya da yardımcı oyuncular para kazanabiliyor mu?

Para da kazanılır ama öncesinde ciddi bir emek vermek gerekir, yatırım yapmak gerekir. Başlangıçta sadece bu işe bel bağlamamalı insanlar ek iş mutlaka yapmalılar.

Peki sen 2 yılda kaç projede yer aldın?

Çok fazla projede yer aldım. Hepsini sayamayabilirim. İçerde, Muhteşem Yüzyıl, Payitaht Abdülhamit, Poyraz Karayel, Söz, Kara Sevda, Vatanım Sensin gibi pek çok projede yer aldım.

Oyuncu karavanı diye bir şey var. Oyuncu olmak isteyenlerin en çok girmek istedikleri yer. Sen girebildin mi?

Evet girdim. O karavanın ayrı bir karizmasının olduğu doğrudur.

Başrol oyuncularının diğer oyuncularla ve set ekibi ile iletişimleri nasıl genelde? Kaprisli artist modeline sen denk geldin mi?

Bana hiç denk gelmedi. Aslında öyle bir şey de olduğuna inanmıyorum. Setlerde müthiş keyifli bir atmosfer var. Orada herkes arkadaş gibi, herkes birbirine destek olmaya çalışıyor. Müthiş bir ekip ruhu var. O kadar uzun saatler başka türlü olmaz zaten.

Son olarak yeni projeler var mı?


Yeni projeler var. Ben hem oyunculuk hem de dublörlük olarak iki farklı kategoride çalışıyorum. Bu da avantaj tabi. Daha fazla iş alıyorsun. Temmuz ağustos gibi 2 sinema filmi projesi var. Yani yaz sezonunda da evden uzak olacağım.