11 Ağustos 2017 Cuma

YAVUZ DİZDAR’LA HAYATA DAİR - 2


 “Hayat size bir limon verir siz onu limonata yapmayı başarırsanız, başarmışsınızdır bu hayatta.”


Bu sözü söyleyerek başarı felsefesini anlatıyor Yavuz Dizdar. Fakat kastettiği başarı ne mesleki başarı, ne ün, ne de maddi güç. Hayattaki en büyük başarıyı iyi insan olmaya bağlıyor. Fedakarlıklarla dolu bir hayatı var. Hastalarına karşı, ailesine karşı, kedilerine karşı, hatta hiç tanımadıklarına karşı… Bir de babalık yönü var tabi. Haberuçur için yaptığım ‘Yavuz Dizdar’la hayata dair’ röportajlarının 2’incisinde ‘Yavuz babayı’ sordum. Hiçbir yerde bulamayacağım muhteşem hayat dersleri ile dolu bir kitabı araladım.

Ve işte o kitap, işte Yavuz baba…


Ülkemizin gurur kaynağı çok başarılı bir onkologsunuz. Fakat bilmediğimiz bir de Yavuz baba yönünüz var.

( Gülümsüyor ) Evet babalık genel olarak bana verilen bir lakap. Bir noktadan sonra mecburen üstüme kaldı. Önce bir sinirlenme aşaması da geçirmedim değil. Herkesin derdi beni mi gerdi de dedim ama paşa paşa kabul ettim bu rolü sonra.

Sizde o vasıf var ki, insanlar sizi böyle görüyor. Yoksa hadi baba olayım deyince, herkesin babası olunmaz. Oturmaz herkesin üstüne…

Doğru. O vasıf var demek ki öyle görüyorlar.  

Sizin deyiminizle babalık vasfı nasıl yapıştı üstünüze?

Çocukluğumdan beri bu böyle aslında. Okuldayken de böyleydi. Biraz kollama, koruma güdüsü ile spontane olarak gelişiyor. Aslında baktığınızda yalnız büyümüş birisi olarak bunun bilakis olmaması lazım. Ama öyle olmadı nedense. Kimsenin başı derde girmesin, o yalnız kalmasın, bu üzülmesin, ihtiyacı var arayayım derken ben bunu bilerek yaptım. Lise mezuniyetinden sonra uzun süre sınıfı ben topladım. Fakülte sınıfını yine başlangıçta ben topladım. Oturdum herkese tek tek mektup yazmak zorunda kaldım. Kopmayalım diye sürekli görüşme organizasyonları düzenledim. Çok da iyi oldu. En azından lise sınıfımızda bir çekirdek grubu tuttuk ki, bizim dönemin bütünü dikkate alınacak olursa aşağı yukarı 120-130 kişilik mezunumuz vardır o dönemden. 80-90’ı her zaman birbirini görür hale geldi, diğerleri de haberdar hale geldi. Fakültede ise arkadaşlarımız sağ olsunlar yatılı, şehir dışı organizasyonları yapıyorlar ama onlara ben katılamıyorum maalesef buradaki iş yükü nedeni ile. Bazen çalışma arkadaşlarıma şakayla karışık bana 2 gün izin verin diyorum.


2 günlük izin dediniz de tatil yaptınız mı bu yaz?

Yok yapmadım.

Yapacak mısınız?

Hayır yapmayacağım.

En son ne zaman tatil yaptınız?

Bundan yaklaşık 8-10 sene önce. En son bir kış döneminde Cunda’ya gitme hikayem vardır. Onun dışında 3-5 gün kaçayım tatil yapayım durumum olmuyor. Ancak kongrelerin olduğu dönemde işle birleştirebileceğim bir iki günlük küçük kaçamaklar benim tatilim oluyor.

Neden gitmiyorsunuz?

Birkaç nedeni var. İlki ekonomik nedendi. Ekonomimi düzelttim bu sefer anne ve babamı bırakıp gidemedim. Şimdi de kedilerimden dolayı çok uzaklaşamıyorum. Ailenin diğer bireyleri de kedi besliyor. Bu yüzden bir kısım giderken bir kısım kalmak ve kedilerle ilgilenmek zorunda. Bundan dolayı gitsem de 5 günden fazla kalamıyorum. Bir de işim var tabi. Zamanımın büyük bölümü işte geçiyor. Her sabah 5’te kalkıyorum. Bu saplantıdır bende. 6’da işe geliyorum maillere bakıyorum. Bu sürede de insanların ihtiyacına yanıt veriyorum. Bu ihtiyaca yanıt verme arzusu da babalık vasfının bir parçası sanırım. İnsanlar soruyor ben de bilebildiğim kadarı ile yanıtlamaya çalışıyorum.

Röportaj esnasında da bir çiftçi aradı fikir danıştı siz de gayet güzel izah ettiniz. Her sıkıntısı olan sizi arıyor gibi bir algı oluştu bende.

( Gülümsüyor ) Genellikle şundan emin olun insanlar sıkıntıları olduğu zaman arıyorlar. O zaman aklına geliyorum insanların. ( kahkaha atıyor )  Şikayetçi değilim ama. Ben kabullendim bu durumu, çok rahatım. Dolayısı ile de muhasebesine girmiyor, bütün dünyanın derdini ben mi çözeceğim diye. Varsa getir onları da çözelim diyorum artık.

İnsanlar bunun değerini biliyor mu?

İnsanların halleri çok hoş. Çünkü genelde zaten birbirlerini sıkıntıları olduğunda arıyorlar. Bunu genel anlamda yorumluyorum, tüm ilişkilerde olan bir şey. Anlatıyorlar, yüklerini karşı tarafa atıyorlar, rahatlıyorlar. Sonra uzun bir süre aramıyorlar. Sıkıntısız aramışlarsa olağanüstü tabi. Biz insanlar bir değişiğiz işte. Kedilere laf ediyoruz bir de. Ben bugüne kadar kedinin nankörünü görmedim. Ama insanın nankörü vardır. Kedi ile insan birbirine benziyor. Ortak özellikleri elinizde bir şey varsa ikisi de gelir, yoksa gelmezler. Kedi sonrasında üstelemez ama insan öyle değil. İnsan söylenebilir ya da yaptığınız şeye müteşekkir kalması gerekirken size kızabilir. Ne olduğunu siz bile anlamazsınız.

Pekiyi bu herkesin sorununu çözme, himaye etme, babalık yapma özelliğinizi anneden mi aldınız babadan mı?

Her ikisinden de aldım ama babam için fazlası ile geçerliydi bu durum. Şimdi bende var.  Hangi genle geçiyor bilmiyorum ama bana da geçti. Babam komşuya, akrabaya destek olur peşine de düşerdi. Her şeyi hallederdi. Ben o kadar değilim, ben bana yansırsa çözmeye çalışırım. Eskiden onlar sınırlı bir ortamdaydı tabi, komşuluklar sıkı fıkıydı. Herkes birbirini tanırdı. Bu yüzden insanlara daha kolay yetişebiliyorduk. Ama şimdi öyle değil. Yetişebildiğine destek olabiliyorsun. Sonra Bayramlarda özel günlerde de arıyorlar. Bunu çok seviyorum. Bu rolün getirisi buysa insanın mutlu olması açısından bu çok iyi bir şey. İnanların aslında birbirlerinden kopmamalarını o yüzden istiyorum. Birbirini iteleye, öteleye kimse bir yere varamaz. 3 günlük dünya halidir gider.

Hastalarınızın da babası oluyorsunuz onları da himaye altına alıyorsunuz.

Bu benim daha şahsi meselem. İşlevsel olsun, daha ayağı yere bassın diye dernek de kurdum ama bu işe yaramıyor. Sonra bunun kişisel olarak üstlenilmesi gereken bir rol olduğunu anladım. Bunun altında kalmamaya çalışıyorum. Bu hasta için, onun için, bunun için değil. Bu iyilik yap denize at modeli de değil. Bu bir görev. Bu görevin içinde, bunu yerine getirebilirsem ben rahatım. İnsanlar arıyor telefonu kimden aldıklarını bile soruyorum. Ama bugüne kadar kötüye kullanan olmadı. Ben telefonumu vermem bende gizlidir yaklaşımı çok geçerli mi? Değil. Bugüne kadar de suistimal edilmedim.

Hayatınızın bir döneminde anne-babanıza da babalık yaptınız. Ailenizde bir Alzheimer süreciniz oldu.  Neler yaşadınız?

İnsan öğrenince afallıyor önce. Uzun süre konduramadım, oysa ki o zaman da belliymiş babamın durumu. Evden çıkmıyordu, hırsız girer korkusu vardı. Telefon açardı ve ben 2-3 dakika kendine gelmesini ve hatırlamasını beklerdim. Benim kim olduğunu hatırlayamazdı. Ama benim basiretim bağlanmıştı sanki. Bunu bile yorumlayamamıştım. En son bir gün Kurtuluş civarında bir banka işini halledecekken babamla rastlaştık, ‘bende de para var’ dedi. Alzheimer meselesine o karşılaşmada kanaat getirdim. Çünkü ilk defa para hesabını kaybettiğini anladım. Fırına 10 lira verip para üstünü unuttuğunu gördüm. Sonra baktım evdeki durum aslında benim tahminimin ötesinde. Derken ben mecburen imkanlar doğrultusunda şöyle bir seçime gittim. Tepebaşı’nda şu anda oturduğum evin alt katını aldım. Ailemi oraya yerleştirdim gözümün önünde olsunlar diye. Bir de anneme güveniyordum, o kolaçan eder diye. Annem de Alzheimer oldu ve babamı geçti. En sonunda evde kalan şuydu. Hiç unutmam o günü, çok hoş bir tablodur. Ben onlarla alt katta oturuyorum. Annem bana ‘Yavrum siz de burada mı oturuyorsunuz, ne işle uğraşıyorsunuz?’ diyor.

BİR NOKTADAN SONRA GÜLECEKSİNİZ. KARA MİZAH DA OLSA ÇEVİRMEK LAZIM.

Anneniz ‘siz komşu musunuz evladım’ dediğinde ne hissettiniz?

Güldüm. Diyecek bir şey yok. Annem plastik kapta su ısıtmaya çalışıyordu. Aşağıdan bir koku geldi, tütsüyü severdi, önce tütsü sandım. Canı çay çekmiş ama çaydanlığı koymadan direkt çay poşetini ocağın üstüne koymuş. Ocak yandı, davlumbaz eridi. Ama yapacak bir şey yok. Bir noktadan sonra güleceksiniz. Kara mizah da olsa çevirmek lazım. Bunu gam, kasvete çevirdiğiniz zaman çok ağır, işin içinden çıkamazsınız.

İkisini de kaybettiniz sonra.

Evet, babam 10 yıl önce vefat etti. Annem de 2 yıl sonrasında vefat etti. Annem bir de 2 yıl yatalak duruma girdi. Düştü ve kalçasını kırdı bir daha da kalkamadı. Sürekli yatakta yatmak zorunda kaldı, bakıcı vardı ama bir yere kadar.

BAZEN HİÇ UMMADIĞINIZ ZAMANDA YAPTIĞINIZ İYİLİK KARŞINIZA GELİYOR.

Onları kaybettikten sonra ne hissettiniz?

Ölüm bir gerçeklik hatta tek gerçeklik! Eğer kendinizi iyi eğitirseniz acısını çekiyorsunuz ama yıkılmadan bunun içinden çıkmayı başarıyorsunuz. Babam vefat ettiğinde onu mezara indireceğim, nasıl yapacağımı bilmiyorum. Hiç adam gömmemişim. Tam o sırada şak diye karşımda hastamız belirdi. O da rahmetli şimdi. Ereğlili. “Dede duydum, geldim” dedi. Birlikte yaptık, birlikte mezara koyduk babamı. O anı hiç unutmam. Bazen hiç ummadığınız zamanda yaptığınız iyilik karşınıza geliyor. Annemde işimden ve liseden arkadaşlarla gittik.  Hastalara da aynı şeyi söylerim. Benim için hastanın kurtulması hedeftir, gerçekleşemeyebilir ama sizin müsterih olmanız önemlidir diyorum. Her şeyi yaptık ama sonu takdiri ilahi misali. Zaman zaman bunu çok acılı yaşayanlar oluyor. Ama dedim ya hayatta tek gerçeklik var o da ölüm. Onu bilirseniz içiniz rahat edecektir. Zamanı gelince herkes gidecek. Yaptıklarınızla, iyiliklerle anılırsınız.

Bol bol iyilik yapın diyorsunuz yani.

Bunu isteyerek yapmak önemli olan… Bunu görev olarak görmeyip isteyerek üstlendiyseniz size zor gelmez. Önce üstünüze kalır sonra alışırsınız. Görev olarak yaparsanız olmaz.

Tasavvuf’la da bu dönem mi ilgilenmeye başladınız?

İşin esası zaten tasavvuf, zaten ilgileniyordum.  Ama o dönem daha da arttı.  Hayatta gereksiz kasmamak gerektiğini o zaman net anladım. Hikayeye bakın, aslına benim açımdan bir kepazelik. Düşünsenize! Büyüyorsunuz tam eliniz ekmek tutacakken evden ayrılıyorsunuz. Mecburi hizmet, o, şu, bu derken bir bakıyorsunuz 10 yıl geçmiş. Döndüğünüz zaman ‘hah şimdi’ diyorsunuz. Gezdiririm, onlar için bir şey yaparım derken onların Alzheimer olduğunu görüyorsunuz. O zaman işte artık çok fazla kasmamak gerektiğini anlıyorsunuz. Çünkü normal şartlarda onların yaşayış şekline göre bunun olmaması gerekirdi. Babam açık çay bile içmedi. Hiç kahve içmedi, kötü bir alışkanlığı yoktu. Böyle olunca da akışına bırak demeyi öğreniyor insan.

Bir de yattığında insan rahat uyumalı. Benim dönüm noktam bu oldu. Sürekli söyleniyordum. Niye daha fazla kazanamıyorum, niye sıkıntı çekiyorum, niye kafamdaki business hayallerimi gerçekleştiremiyorum diye. Sonra kendi kendime demek ki yapamıyorsun dedim. Bir ortaklık kurdum büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Sonra yürüyeceğim yol bu değil dedim. Bunu söyledikten sonra da ferahladım. Yaşadığım şeylerin tasavvufta karşılığını aradım. Bakış açım, görme açımın derinliği arttı.

Hastalar size neden bu kadar güveniyor sizce?

Bizim burada yaptığımız iş, pratikte civciv seçiciliği denilebilir. Gelen hastanın akıbetini bizden bilmemizi istiyorlar. Biz yaşam biçemeyiz ama bir hissiyat sahibi olabiliyoruz. Bunu yakalayabilmek için iyi niyetle çok sınavdan geçmek lazım, hasta bakmak anlamında. O zaman onu yakalayabiliyorsunuz. Karşı taraf müsterih oluyor. Neden bu kadar güveniyorların cevabı bu.

İYİLİK İYİLİĞİ ÇEKER. SİZİ BAKİ KILACAK BUDUR.

Sokakta rastgele insanları çekip sorsanız Yavuz Dizdar kimdir diye, herkes sizi tanıyor ve herkes anlaşmış gibi çok baba adam diyor? Bu nasıl oluyor?

(Gülümsüyor) Hissettiğim gibi yaşıyorum ve davranıyorum belki de ondandır. Bu konuda hatta hiç unutmadığım bir anım var, paylaşmak isterim. Bir gün Taksim’den Galatasaray’a yürürken yağmura yakalandım ve bir yere sığınmak zorunda kaldım. O sırada bir adamcağız geldi yanıma. Cebinden bir gazete kağıdı çıkardı. Halinden sokakta kaldığı belliydi, adı Bayram’dı. Prostat sorunu varmış ve gazetede bir doktoru bellemiş. Bana gösterdi. Benim de tanıdığım bir doktordu gösterdiği kişi. “Ben bunu halletmeye çalışacağım sen merak etme.”dedim. Oturduk sonra çay içtik beraber. Bir süre sonra hastaneye geldi. Bahsettiği  doktora gönderdim onu ama sonrasında çok üzüldüm. Çünkü tanıdık olmasına rağmen hiç ilgilenmemişler adamcağızla. Öyle olunca iş bana kaldı. Hastanede yatıp kalkmaya başladı. Kaldığı otele de gittim. Beyoğlu’nun arka sokaklarında geceliği 10 liraya kaldığı bir oteldi. Konuştum oradakilerle de ama adamın kendi şahsi sağlık sorunu olduğu için otel de istemiyordu onu. Birkaç gün kapıda bekleme koltuklarında yattı. Fakat bir süre sonra buradakiler de rahatsız oldu. Çoluğu çocuğu da varmış, emekli maaşı da. Bir huzur evinde de kalabilirdi belki ama ortada kalmış. Karaköy iskelesi batmıştı o dönem. Bu adamcağız da iskele gibi kayboldu bir anda. Burada ders çıkaracak çok önemli bir şey var. Büyük devletlerin ve imparatorlukların tarihteki yükselişlerini ve batışlarını unutmamak lazım… İnsanlar da öyle. Yükselirler ama iyi şeyler yapmışlarsa varlıkları sürdürebilirler. Eğer yok değilse her şey gelip geçicidir. Bunu unutmamak lazım… İyilik iyiliği çeker ve bizi baki kılacak ancak budur.

Bir de gerçek baba olma hikayeniz var. Kızınızla olan hikayeniz…
Bu ayrı bir alan orada babadan çok arkadaşı oynuyorum.

Baba olacağınızı ilk öğrendiğinizde neler hissettiniz?

Smaça vurdum dedim. (kahkaha atıyor ) Sevinç, inanılmaz bir sevinç... Annemle babama da bir mürüvvet verme mutluluğu vardı ama onlar tadını çıkaramadı tabi torun sahibi olmanın. Ama annemin kollarında kızımın fotoğrafını çekmeyi başardım. Sonra hatırlamadılar tabi.

Ne kadar görebildiler?

3 - 4 sene ama sonra da hafızaları gitti zaten. Bu sürede ben artık 3 çocuk babası oldum.

Kızınıza baba olarak ne gibi nasihatler veriyorsunuz, onunla ilgili hayalleriniz neler?

Her şeyden önce bir mizah becerisi geliştirsin istiyorum. Hayatın olumsuzluklarına karşı bunu kullanmaya ihtiyaç duyacak. Bazen bazı şeyleri deliliğe vurmak gerektiğini öğretmeye çalışıyorum. Çünkü hayatta çok mutlu olan bir kızım olsun istiyorum. Bu yüzden ona önce mutlu olmayı öğrenmesi gerektiğini söylüyorum. Hiç ileride şunu ol, bunu ol demiyorum. Mutluluğunu bir başarıya ulaşmaya ya da farklı beklentilere bağlamamalı. Bu insanları genelde mutsuz eder. Çünkü onlara ulaşamama ihtimaliniz de var. Bunun yerine insan içini, manevi dünyasını geliştirirse ileride hayal kırıklığı yaşadığında bile mutlu olmayı bilir. Mesela karşılık beklemeden yardım etmek insanı inanılmaz mutlu eden bir olay. Bunu kızıma da anlatıyorum. Arkadaşları ile iyi geçinmesini söylüyorum her zaman. Birbirinizle yardımlaşmayı öğrenin diyorum. Sakın birbirinizi incitmeyin, birbirinizin izini kaybetmeyin diyorum. Birbirinizle yarışmacı da olmayın bugünlerin tadını çıkarın diyorum. Tabi temennilerle olmaz bu sadece. Sevmeyi bilmek lazım. En önemli kural bu. Biz birbirimizi severek büyüdük ama bugün sistem insanların birbirinin sırtına basarak nasıl yükseleceğini gösteriyor. Bunun içinden çıkmaları mümkün değil. Çocuğuma sevmeyi öğretmeyi çalışıyorum, bu sistemin içinde kaybolmaması için buna ihtiyacı var.

DÜŞMAN ALGISI DİYE BİR ŞEY YOK. UNUTUN!

Sevgi ile bütün olumsuzluklar aşılabilir mi?

Kesinlikle aşılabilir. Her şeyle, her olayla bilerek barışık kalmak gerekir. Bir şey olduysa olmuştur artık, bitmiştir. Ders alıp sıyrılmayı ve olduğu gibi kabul edip yola devam etmeyi başarmak lazım. Ayrıca her şeyi her olayı alt alta sıralayıp kara kaplı deftere yazmanın ve biriktirmenin anlamı yok. Yazık, gereksiz bir yük bu, kabus gibi. Bazı şeyler olması gerektiği gibi tevekkülle karşılamak lazım. Bir de insanlara dostça davranmak lazım. Hakkında kötü konuşup, düşünenler de dahil. Düşman algısı diye bir şey yok, unutun. Düşmanlarımızı biz kendimiz yaratırız. Dikkatli olacağız sadece. Birinin ne aşırı palazlanmasına müsaade edeceğiz ne de ezilmesine. Bize düşen adil olmak ve mevcut dengeleri koruyabilmek.

Evet, ama insan bazen haksızlığa da uğrayabiliyor. Herkese iyi davranmasına rağmen hak etmediği muamele ile de karşılaşıyor. Onu nasıl aşacağız o zaman?

Şunu unutmamak lazım! Ne yaparsanız yapın, ağzınızla kuş tutsanız bile zaman zaman beklemediğimiz reaksiyonları alabiliyoruz. Hiç üzülmeyeceksiniz, dünyanın halidir, insanlar şaşırabilir. Ağzından öyle çıkmak istememiştir, başka bir sıkıntısı vardır diyerek yaklaşmak lazım. Geçen yaşadım, buradan bir meslektaşıma hasta gönderiyorum. Meslektaşım açtı telefonla,” Ben sana daha önce de söylemedim. En az iki kere yazılı birkaç kez de sözlü uyardığımı hatırlıyorum.  Hasta göndermeyiniz.” dedi. Biz şimdi bu çocukla birlikte büyümüş. Benden küçük üstelik. Ne diyeceksin? Hiç üzülmedim. Özür dilerim zora sokmak için yapmadım, ben hakikaten orjinal bir vaka var diye size yolluyorum. Bunu siz çözersiniz diye içimde bir his var dedim. Son hayal kırıklığım budur. Güvenebileceğiniz kişi bunu açıp bir de farklı tonda söylüyorsa yapacağınız teşekkür etmek, özür dilediğinizi beyan etmek, isteyerek olmadığını belirtmek. Ne kaybedeceksiniz böyle davranarak? Hiçbir şey. Tam tersi güven kazanırsınız zamanla. Dünya gazetesinin logosunda yazar. ‘Saygınlık para ile satın alınmaz.’ der. İşte hep sorduğunuz insanlar size neden bu kadar güveniyorun cevabı da aslına bunun içinde. 

Devam edecek...

Röportaj: Şükriye Özgül

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder