“Hayat size bir limon verir siz onu limonata yapmayı başarırsanız, başarmışsınızdır bu hayatta.”
Bu
sözü söyleyerek başarı felsefesini anlatıyor Yavuz Dizdar. Fakat kastettiği
başarı ne mesleki başarı, ne ün, ne de maddi güç. Hayattaki en büyük başarıyı
iyi insan olmaya bağlıyor. Fedakarlıklarla dolu bir hayatı var. Hastalarına
karşı, ailesine karşı, kedilerine karşı, hatta hiç tanımadıklarına karşı… Bir
de babalık yönü var tabi. Haberuçur için yaptığım ‘Yavuz Dizdar’la hayata dair’
röportajlarının 2’incisinde ‘Yavuz babayı’ sordum. Hiçbir yerde bulamayacağım
muhteşem hayat dersleri ile dolu bir kitabı araladım.
Ve
işte o kitap, işte Yavuz baba…
Ülkemizin
gurur kaynağı çok başarılı bir onkologsunuz. Fakat bilmediğimiz bir de Yavuz
baba yönünüz var.
( Gülümsüyor ) Evet babalık genel olarak bana verilen
bir lakap. Bir noktadan sonra mecburen üstüme kaldı. Önce bir sinirlenme
aşaması da geçirmedim değil. Herkesin derdi beni mi gerdi de dedim ama paşa
paşa kabul ettim bu rolü sonra.
Sizde
o vasıf var ki, insanlar sizi böyle görüyor. Yoksa hadi baba olayım deyince, herkesin babası olunmaz. Oturmaz herkesin üstüne…
Doğru. O vasıf var demek ki öyle görüyorlar.
Sizin
deyiminizle babalık vasfı nasıl yapıştı üstünüze?
Çocukluğumdan beri bu böyle aslında. Okuldayken de
böyleydi. Biraz kollama, koruma güdüsü ile spontane olarak gelişiyor. Aslında
baktığınızda yalnız büyümüş birisi olarak bunun bilakis olmaması lazım. Ama öyle
olmadı nedense. Kimsenin başı derde girmesin, o yalnız kalmasın, bu üzülmesin,
ihtiyacı var arayayım derken ben bunu bilerek yaptım. Lise mezuniyetinden sonra
uzun süre sınıfı ben topladım. Fakülte sınıfını yine başlangıçta ben topladım.
Oturdum herkese tek tek mektup yazmak zorunda kaldım. Kopmayalım diye sürekli
görüşme organizasyonları düzenledim. Çok da iyi oldu. En azından lise
sınıfımızda bir çekirdek grubu tuttuk ki, bizim dönemin bütünü dikkate alınacak
olursa aşağı yukarı 120-130 kişilik mezunumuz vardır o dönemden. 80-90’ı her
zaman birbirini görür hale geldi, diğerleri de haberdar hale geldi. Fakültede
ise arkadaşlarımız sağ olsunlar yatılı, şehir dışı organizasyonları yapıyorlar
ama onlara ben katılamıyorum maalesef buradaki iş yükü nedeni ile. Bazen
çalışma arkadaşlarıma şakayla karışık bana 2 gün izin verin diyorum.
2
günlük izin dediniz de tatil yaptınız mı bu yaz?
Yok yapmadım.
Yapacak
mısınız?
Hayır yapmayacağım.
En
son ne zaman tatil yaptınız?
Bundan yaklaşık 8-10 sene önce. En son bir kış döneminde
Cunda’ya gitme hikayem vardır. Onun dışında 3-5 gün kaçayım tatil yapayım
durumum olmuyor. Ancak kongrelerin olduğu dönemde işle birleştirebileceğim bir
iki günlük küçük kaçamaklar benim tatilim oluyor.
Neden
gitmiyorsunuz?
Birkaç nedeni var. İlki ekonomik nedendi. Ekonomimi düzelttim
bu sefer anne ve babamı bırakıp gidemedim. Şimdi de kedilerimden dolayı çok
uzaklaşamıyorum. Ailenin diğer bireyleri de kedi besliyor. Bu yüzden bir kısım
giderken bir kısım kalmak ve kedilerle ilgilenmek zorunda. Bundan dolayı gitsem
de 5 günden fazla kalamıyorum. Bir de işim var tabi. Zamanımın büyük bölümü
işte geçiyor. Her sabah 5’te kalkıyorum. Bu saplantıdır bende. 6’da işe geliyorum
maillere bakıyorum. Bu sürede de insanların ihtiyacına yanıt veriyorum. Bu
ihtiyaca yanıt verme arzusu da babalık vasfının bir parçası sanırım. İnsanlar
soruyor ben de bilebildiğim kadarı ile yanıtlamaya çalışıyorum.
Röportaj
esnasında da bir çiftçi aradı fikir danıştı siz de gayet güzel izah ettiniz.
Her sıkıntısı olan sizi arıyor gibi bir algı oluştu bende.
( Gülümsüyor ) Genellikle şundan emin olun insanlar
sıkıntıları olduğu zaman arıyorlar. O zaman aklına geliyorum insanların. (
kahkaha atıyor ) Şikayetçi değilim ama. Ben
kabullendim bu durumu, çok rahatım. Dolayısı ile de muhasebesine girmiyor,
bütün dünyanın derdini ben mi çözeceğim diye. Varsa getir onları da çözelim
diyorum artık.
İnsanlar
bunun değerini biliyor mu?
İnsanların halleri çok hoş. Çünkü genelde zaten birbirlerini
sıkıntıları olduğunda arıyorlar. Bunu genel anlamda yorumluyorum, tüm
ilişkilerde olan bir şey. Anlatıyorlar, yüklerini karşı tarafa atıyorlar,
rahatlıyorlar. Sonra uzun bir süre aramıyorlar. Sıkıntısız aramışlarsa
olağanüstü tabi. Biz insanlar bir değişiğiz işte. Kedilere laf ediyoruz bir de.
Ben bugüne kadar kedinin nankörünü görmedim. Ama insanın nankörü vardır. Kedi
ile insan birbirine benziyor. Ortak özellikleri elinizde bir şey varsa ikisi de
gelir, yoksa gelmezler. Kedi sonrasında üstelemez ama insan öyle değil. İnsan
söylenebilir ya da yaptığınız şeye müteşekkir kalması gerekirken size
kızabilir. Ne olduğunu siz bile anlamazsınız.
Pekiyi
bu herkesin sorununu çözme, himaye etme, babalık yapma özelliğinizi anneden mi
aldınız babadan mı?
Her ikisinden de aldım ama babam için fazlası ile
geçerliydi bu durum. Şimdi bende var. Hangi
genle geçiyor bilmiyorum ama bana da geçti. Babam komşuya, akrabaya destek olur
peşine de düşerdi. Her şeyi hallederdi. Ben o kadar değilim, ben bana yansırsa
çözmeye çalışırım. Eskiden onlar sınırlı bir ortamdaydı tabi, komşuluklar sıkı
fıkıydı. Herkes birbirini tanırdı. Bu yüzden insanlara daha kolay
yetişebiliyorduk. Ama şimdi öyle değil. Yetişebildiğine destek olabiliyorsun.
Sonra Bayramlarda özel günlerde de arıyorlar. Bunu çok seviyorum. Bu rolün
getirisi buysa insanın mutlu olması açısından bu çok iyi bir şey. İnanların
aslında birbirlerinden kopmamalarını o yüzden istiyorum. Birbirini iteleye,
öteleye kimse bir yere varamaz. 3 günlük dünya halidir gider.
Hastalarınızın
da babası oluyorsunuz onları da himaye altına alıyorsunuz.
Bu benim daha şahsi meselem. İşlevsel olsun, daha
ayağı yere bassın diye dernek de kurdum ama bu işe yaramıyor. Sonra bunun
kişisel olarak üstlenilmesi gereken bir rol olduğunu anladım. Bunun altında
kalmamaya çalışıyorum. Bu hasta için, onun için, bunun için değil. Bu iyilik
yap denize at modeli de değil. Bu bir görev. Bu görevin içinde, bunu yerine
getirebilirsem ben rahatım. İnsanlar arıyor telefonu kimden aldıklarını bile
soruyorum. Ama bugüne kadar kötüye kullanan olmadı. Ben telefonumu vermem bende
gizlidir yaklaşımı çok geçerli mi? Değil. Bugüne kadar de suistimal edilmedim.
Hayatınızın
bir döneminde anne-babanıza da babalık yaptınız. Ailenizde bir Alzheimer
süreciniz oldu. Neler yaşadınız?
İnsan öğrenince afallıyor önce. Uzun süre konduramadım,
oysa ki o zaman da belliymiş babamın durumu. Evden çıkmıyordu, hırsız girer
korkusu vardı. Telefon açardı ve ben 2-3 dakika kendine gelmesini ve
hatırlamasını beklerdim. Benim kim olduğunu hatırlayamazdı. Ama benim basiretim
bağlanmıştı sanki. Bunu bile yorumlayamamıştım. En son bir gün Kurtuluş
civarında bir banka işini halledecekken babamla rastlaştık, ‘bende de para var’
dedi. Alzheimer meselesine o karşılaşmada kanaat getirdim. Çünkü ilk defa para
hesabını kaybettiğini anladım. Fırına 10 lira verip para üstünü unuttuğunu
gördüm. Sonra baktım evdeki durum aslında benim tahminimin ötesinde. Derken ben
mecburen imkanlar doğrultusunda şöyle bir seçime gittim. Tepebaşı’nda şu anda
oturduğum evin alt katını aldım. Ailemi oraya yerleştirdim gözümün önünde
olsunlar diye. Bir de anneme güveniyordum, o kolaçan eder diye. Annem de
Alzheimer oldu ve babamı geçti. En sonunda evde kalan şuydu. Hiç unutmam o
günü, çok hoş bir tablodur. Ben onlarla alt katta oturuyorum. Annem bana ‘Yavrum
siz de burada mı oturuyorsunuz, ne işle uğraşıyorsunuz?’ diyor.
BİR
NOKTADAN SONRA GÜLECEKSİNİZ. KARA MİZAH DA OLSA ÇEVİRMEK LAZIM.
Anneniz
‘siz komşu musunuz evladım’ dediğinde ne hissettiniz?
Güldüm. Diyecek bir şey yok. Annem plastik kapta su
ısıtmaya çalışıyordu. Aşağıdan bir koku geldi, tütsüyü severdi, önce tütsü
sandım. Canı çay çekmiş ama çaydanlığı koymadan direkt çay poşetini ocağın
üstüne koymuş. Ocak yandı, davlumbaz eridi. Ama yapacak bir şey yok. Bir
noktadan sonra güleceksiniz. Kara mizah da olsa çevirmek lazım. Bunu gam,
kasvete çevirdiğiniz zaman çok ağır, işin içinden çıkamazsınız.
İkisini
de kaybettiniz sonra.
Evet, babam 10 yıl önce vefat etti. Annem de 2 yıl
sonrasında vefat etti. Annem bir de 2 yıl yatalak duruma girdi. Düştü ve
kalçasını kırdı bir daha da kalkamadı. Sürekli yatakta yatmak zorunda kaldı,
bakıcı vardı ama bir yere kadar.
BAZEN
HİÇ UMMADIĞINIZ ZAMANDA YAPTIĞINIZ İYİLİK KARŞINIZA GELİYOR.
Onları
kaybettikten sonra ne hissettiniz?
Ölüm bir gerçeklik hatta tek gerçeklik! Eğer
kendinizi iyi eğitirseniz acısını çekiyorsunuz ama yıkılmadan bunun içinden
çıkmayı başarıyorsunuz. Babam vefat ettiğinde onu mezara indireceğim, nasıl
yapacağımı bilmiyorum. Hiç adam gömmemişim. Tam o sırada şak diye karşımda
hastamız belirdi. O da rahmetli şimdi. Ereğlili. “Dede duydum, geldim” dedi. Birlikte
yaptık, birlikte mezara koyduk babamı. O anı hiç unutmam. Bazen hiç ummadığınız
zamanda yaptığınız iyilik karşınıza geliyor. Annemde işimden ve liseden arkadaşlarla
gittik. Hastalara da aynı şeyi söylerim.
Benim için hastanın kurtulması hedeftir, gerçekleşemeyebilir ama sizin müsterih
olmanız önemlidir diyorum. Her şeyi yaptık ama sonu takdiri ilahi misali. Zaman
zaman bunu çok acılı yaşayanlar oluyor. Ama dedim ya hayatta tek gerçeklik var
o da ölüm. Onu bilirseniz içiniz rahat edecektir. Zamanı gelince herkes
gidecek. Yaptıklarınızla, iyiliklerle anılırsınız.
Bol
bol iyilik yapın diyorsunuz yani.
Bunu isteyerek yapmak önemli olan… Bunu görev olarak
görmeyip isteyerek üstlendiyseniz size zor gelmez. Önce üstünüze kalır sonra
alışırsınız. Görev olarak yaparsanız olmaz.
Tasavvuf’la
da bu dönem mi ilgilenmeye başladınız?
İşin esası zaten tasavvuf, zaten ilgileniyordum. Ama o dönem daha da arttı. Hayatta gereksiz kasmamak gerektiğini o zaman
net anladım. Hikayeye bakın, aslına benim açımdan bir kepazelik. Düşünsenize! Büyüyorsunuz
tam eliniz ekmek tutacakken evden ayrılıyorsunuz. Mecburi hizmet, o, şu, bu
derken bir bakıyorsunuz 10 yıl geçmiş. Döndüğünüz zaman ‘hah şimdi’ diyorsunuz.
Gezdiririm, onlar için bir şey yaparım derken onların Alzheimer olduğunu
görüyorsunuz. O zaman işte artık çok fazla kasmamak gerektiğini anlıyorsunuz. Çünkü
normal şartlarda onların yaşayış şekline göre bunun olmaması gerekirdi. Babam
açık çay bile içmedi. Hiç kahve içmedi, kötü bir alışkanlığı yoktu. Böyle
olunca da akışına bırak demeyi öğreniyor insan.
Bir de yattığında insan rahat uyumalı. Benim dönüm
noktam bu oldu. Sürekli söyleniyordum. Niye daha fazla kazanamıyorum, niye
sıkıntı çekiyorum, niye kafamdaki business hayallerimi gerçekleştiremiyorum diye.
Sonra kendi kendime demek ki yapamıyorsun dedim. Bir ortaklık kurdum büyük bir
hayal kırıklığı yaşadım. Sonra yürüyeceğim yol bu değil dedim. Bunu söyledikten
sonra da ferahladım. Yaşadığım şeylerin tasavvufta karşılığını aradım. Bakış
açım, görme açımın derinliği arttı.
Hastalar
size neden bu kadar güveniyor sizce?
Bizim burada yaptığımız iş, pratikte civciv
seçiciliği denilebilir. Gelen hastanın akıbetini bizden bilmemizi istiyorlar. Biz
yaşam biçemeyiz ama bir hissiyat sahibi olabiliyoruz. Bunu yakalayabilmek için
iyi niyetle çok sınavdan geçmek lazım, hasta bakmak anlamında. O zaman onu
yakalayabiliyorsunuz. Karşı taraf müsterih oluyor. Neden bu kadar
güveniyorların cevabı bu.
İYİLİK
İYİLİĞİ ÇEKER. SİZİ BAKİ KILACAK BUDUR.
Sokakta
rastgele insanları çekip sorsanız Yavuz Dizdar kimdir diye, herkes sizi tanıyor
ve herkes anlaşmış gibi çok baba adam diyor? Bu nasıl oluyor?
(Gülümsüyor) Hissettiğim gibi yaşıyorum ve
davranıyorum belki de ondandır. Bu konuda hatta hiç unutmadığım bir anım var,
paylaşmak isterim. Bir gün Taksim’den Galatasaray’a yürürken yağmura yakalandım
ve bir yere sığınmak zorunda kaldım. O sırada bir adamcağız geldi yanıma. Cebinden
bir gazete kağıdı çıkardı. Halinden sokakta kaldığı belliydi, adı Bayram’dı.
Prostat sorunu varmış ve gazetede bir doktoru bellemiş. Bana gösterdi. Benim de
tanıdığım bir doktordu gösterdiği kişi. “Ben bunu halletmeye çalışacağım sen
merak etme.”dedim. Oturduk sonra çay içtik beraber. Bir süre sonra hastaneye
geldi. Bahsettiği doktora gönderdim onu
ama sonrasında çok üzüldüm. Çünkü tanıdık olmasına rağmen hiç ilgilenmemişler
adamcağızla. Öyle olunca iş bana kaldı. Hastanede yatıp kalkmaya başladı.
Kaldığı otele de gittim. Beyoğlu’nun arka sokaklarında geceliği 10 liraya
kaldığı bir oteldi. Konuştum oradakilerle de ama adamın kendi şahsi sağlık
sorunu olduğu için otel de istemiyordu onu. Birkaç gün kapıda bekleme
koltuklarında yattı. Fakat bir süre sonra buradakiler de rahatsız oldu. Çoluğu
çocuğu da varmış, emekli maaşı da. Bir huzur evinde de kalabilirdi belki ama
ortada kalmış. Karaköy iskelesi batmıştı o dönem. Bu adamcağız da iskele gibi
kayboldu bir anda. Burada ders çıkaracak çok önemli bir şey var. Büyük
devletlerin ve imparatorlukların tarihteki yükselişlerini ve batışlarını
unutmamak lazım… İnsanlar da öyle. Yükselirler
ama iyi şeyler yapmışlarsa varlıkları sürdürebilirler. Eğer yok değilse her şey
gelip geçicidir. Bunu unutmamak lazım… İyilik iyiliği çeker ve bizi baki
kılacak ancak budur.
Bir
de gerçek baba olma hikayeniz var. Kızınızla olan hikayeniz…
Bu ayrı bir alan orada babadan çok arkadaşı
oynuyorum.
Baba
olacağınızı ilk öğrendiğinizde neler hissettiniz?
Smaça vurdum dedim. (kahkaha atıyor ) Sevinç,
inanılmaz bir sevinç... Annemle babama da bir mürüvvet verme mutluluğu vardı ama
onlar tadını çıkaramadı tabi torun sahibi olmanın. Ama annemin kollarında
kızımın fotoğrafını çekmeyi başardım. Sonra hatırlamadılar tabi.
Ne
kadar görebildiler?
3 - 4 sene ama sonra da hafızaları gitti zaten. Bu
sürede ben artık 3 çocuk babası oldum.
Kızınıza
baba olarak ne gibi nasihatler veriyorsunuz, onunla ilgili hayalleriniz neler?
DÜŞMAN
ALGISI DİYE BİR ŞEY YOK. UNUTUN!
Sevgi
ile bütün olumsuzluklar aşılabilir mi?
Kesinlikle aşılabilir. Her şeyle, her olayla bilerek
barışık kalmak gerekir. Bir şey olduysa olmuştur artık, bitmiştir. Ders alıp
sıyrılmayı ve olduğu gibi kabul edip yola devam etmeyi başarmak lazım. Ayrıca her
şeyi her olayı alt alta sıralayıp kara kaplı deftere yazmanın ve biriktirmenin
anlamı yok. Yazık, gereksiz bir yük bu, kabus gibi. Bazı şeyler olması
gerektiği gibi tevekkülle karşılamak lazım. Bir de insanlara dostça davranmak
lazım. Hakkında kötü konuşup, düşünenler de dahil. Düşman algısı diye bir şey
yok, unutun. Düşmanlarımızı biz kendimiz yaratırız. Dikkatli olacağız sadece.
Birinin ne aşırı palazlanmasına müsaade edeceğiz ne de ezilmesine. Bize düşen
adil olmak ve mevcut dengeleri koruyabilmek.
Evet,
ama insan bazen haksızlığa da uğrayabiliyor. Herkese iyi davranmasına rağmen
hak etmediği muamele ile de karşılaşıyor. Onu nasıl aşacağız o zaman?
Şunu unutmamak lazım! Ne yaparsanız yapın, ağzınızla
kuş tutsanız bile zaman zaman beklemediğimiz reaksiyonları alabiliyoruz. Hiç üzülmeyeceksiniz,
dünyanın halidir, insanlar şaşırabilir. Ağzından öyle çıkmak istememiştir,
başka bir sıkıntısı vardır diyerek yaklaşmak lazım. Geçen yaşadım, buradan bir
meslektaşıma hasta gönderiyorum. Meslektaşım açtı telefonla,” Ben sana daha önce
de söylemedim. En az iki kere yazılı birkaç kez de sözlü uyardığımı hatırlıyorum. Hasta göndermeyiniz.” dedi. Biz şimdi bu çocukla
birlikte büyümüş. Benden küçük üstelik. Ne diyeceksin? Hiç üzülmedim. Özür
dilerim zora sokmak için yapmadım, ben hakikaten orjinal bir vaka var diye size
yolluyorum. Bunu siz çözersiniz diye içimde bir his var dedim. Son hayal
kırıklığım budur. Güvenebileceğiniz kişi bunu açıp bir de farklı tonda
söylüyorsa yapacağınız teşekkür etmek, özür dilediğinizi beyan etmek, isteyerek
olmadığını belirtmek. Ne kaybedeceksiniz böyle davranarak? Hiçbir şey. Tam
tersi güven kazanırsınız zamanla. Dünya gazetesinin logosunda yazar. ‘Saygınlık
para ile satın alınmaz.’ der. İşte hep sorduğunuz insanlar size neden bu kadar
güveniyorun cevabı da aslına bunun içinde.
Devam edecek...
Röportaj: Şükriye Özgül
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder